29 Eylül 2017 Cuma

​Yaş alan kadınlar

01-07-2017

Üniversiteye başlayan genç bir kızı olan ve 40 yaşına yaklaşan bekar bir kadın iş görüşmelerine gidince nelerle karşılaşır? 
Kendisinden 20 yaş küçük çok bilmişlerin ukala tavırlarına maruz kalır. Teknolojinin yeni esaretleri sosyal ağlardan uzaksa, küçümsenir. Tecrübesi ve bilgi birikimi kimsenin umrunda değildir. O da en sonunda, zaten yaşından küçük gösterdiği için kendisine yeni bir doğum yılı seçer.
Bahsettiğim hikaye ‘Younger’ isimli bir diziye ait. 90lı yılların efsane dizilerinin (Beverly Hills, 90210, Melrose Place, Sex and the City) yazarı ve yapımcısı olan Darren Star’a ait olan bu dizinin sezonlarını iki günde izleyip bitirmiştim. Yaşım 40a yaklaşınca dizinin konusu beni daha çok etkiledi. 
40 yaşındayken 26 yaşındaymış gibi rol yapan kahramanımız Liza Miller (Sutton Foster )bir de henüz 30 yaşına bile gelmemiş genç bir adamla sevgili oluyor.
Dizileri seyirciler için çekici kılan özelliklerin hepsi var bu dizide: Saklanan sırlar, aşk, bilinmezlikler, aynı anda iki erkeğin hoşlandığı esas kadın, kadının kararsızlıkları, iş hayatındaki sorunlar, kadın patronlar…
Beni bu dizide en çok cezbeden ise; tüm kahramanların çalışma ortamlarının güzelliği ve meslekleri. Kitap editörünün yardımcısı olan kahramanımız aslında potansiyelinin daha altındaki görevlerle meşgul oluyor. Kitap yayıncılığı dünyasında olan biten her şeyin, ilişkiler ve aşklar yumağı içinde eğlenceli bir şekilde anlatıldığı ‘Younger’ın 4.sezonu başladı.
Ayrıca ‘Younger’, kadınların yaş alırken, yine güzel, bakımlı ve fit olma çabalarının kaçınılmaz gerçeğini anlatıyor seyirciye. Ve bu diziyi izlerken sanal dünyalarımızda yansıttığımız illüzyonu, her daim taze ve ilgi çekici tutabilmenin nasıl da yorucu olduğunu fark ediyoruz. İnternetin hükmettiği kişisel dünyalarımızın görünür olması da yetmiyor artık. Görünenlerin önemi niteliğin değil niceliğin değeriyle ölçülüyor. İşte bu nedenle sığ profillerle aynı yarışta olmak istemeyen olgun bir kadının, iş hayatında var olma çabası izlemeye değer. Kitap dünyasına ve yayıncılığa da ilginiz varsa ‘Younger’ı izlemenizi tavsiye ediyorum.

Hukuk sevenlerin dizisi

30-06-2017

Geçtiğimiz yıl, gün içinde birkaç bölümünü arka arkaya izlediğim bir hukuk dizisi var. Peşindeki polislerden kaçarken kendini Harvard Üniversitesi mezunlarının, avukatlık görüşmelerine katıldığı lüks bir otel odasında bulan esas oğlanın Mike Ross (Patrick J. Adams) telaşıyla başlıyor ilk bölüm. Bu mecburi buluşmada işe alım görüşmeleri yapan şirketin ortaklarından Harvey Specter (Gabriel Macht), Mike’ın hukuk bilgisi karşısında adeta büyülenir ve onu işe alır. Lise mezunu bile olmayan zeki esas oğlan bu yalanını nasıl saklayacaktır?
Saklanan sırlar, kazanılan davalar, hep son anda mucizevi şekilde çözülen sorunlar… İlk sezon nefes nefese ve eğlenceli bir seyirlik sunsa da, 4, 5 ve 6. Sezona doğru sıkılmaya başladığımı itiraf edebilirim.
Sürekli birbirinin odasına girip sitemkar konuşmalar yapan avukatların (duruşları bile değişmeden) maceraları monoton bir yapıya sürüklendi. Yine de merak tabii, neler oldu acaba diye, izlemeye devam ettim. 
Senaryosunu Sean Jablonski ve Aaron Korsh’un yazdığı ‘Suits’in 7.sezonuyla hayranlarıyla buluşmasına çok az kaldı. İlk bölümlerini severek ve eğlenerek izlesem de, son sezon için pek de umutlu değilim. Fakat bu umutsuzluğum, her bölümü heyecanla beklememe engel değil. Çünkü son zamanlarda izleyebileceğim güzel diziler bulamıyorum. Yeni yabancı diziler, kan revan içinde ya da ergenlik çağındaki gençlere hitap eden tuhaf konulara sahip.
‘Suits’in beni en çok çeken karakteri Rick Hoffman’ın canlandırdığı Louis Litt. Lois, bazen çok sinir bozucu, bazen masum, çocuk saflığında ama acayip bir pratik zekaya sahip ve tam bir aşk adamı. Sarah Rafferty’nin canlandırdığı Donna Paulsen’in sürekli “En mükemmel benim” havalarında gezmesi ve nedense konuşurken hiç elini kolunu bile kıpırdatmadan, model gibi süzülmesi sıkıcı olmaya başladı. İlk sezonlarda “Vay be ne hoş kadın” diye izlerken sonraki bölümlerde “Donna biraz kıpırda” demeye başladım ama her bölüm elbisesinden ayakkabısına, küpesinden rujunun rengine kadar favorimdir kendisi. 
Gina Torres’ın hayat verdiği Jessica Pearson da hep çok şık ve son sözü söylenen güçlü kadın imajıyla ilham veren bir güzelliğe sahip. Suits’den ayrıldı ama ben onu ‘The Catch’ de izlemeye devam ediyorum. 
Yine aynı donuk süzülmelerini, mütemadiyen giydiği farklı renklerdeki kalem etekleriyle sürdüren Mike’ın biricik sevgilisi, eşi Rachel Zane karakteri de dizinin güzel kadınlarından biri. Meghan Markle’ın canlandırdığı Rachel Zane son bölümlerde daha fazla görünüyor. Onun sahnelerinin artık daha fazla olması, İngiltere’nin meşhur yakışıklısı Prens Harry ile sevgili olmasına mı bağlı acaba diye düşünüyorum da, neden olmasın? Magazinden beslenen reytingi kim istemez? Bana sorarsanız, Gabriel Macht, bu dizinin tek başına reyting kaynağı, tüm karizması ve baş döndüren çekiciliği ile olmazsa olmazıdır, hatta esas oğlanı, bir tanesi, her şeyidir. İyi ki geliyor yeni sezon, heyecanlandım.

Kedimin bana sınavı

Vicdan azabı, insanın içinde bir cehennemdir. Lord Byron

İçimdeki cehennemin alevi küllenmiyor. Eskiden, başka sebeplerden kavrulan kalbim şimdi vicdan azabıyla sert bir imtihandan geçemiyor. Suçluluk duygusunun mahvolmuş bir esiriyim.
Benim boncuk bakışlı, minik suratlı, kısa kuyruklu kediciğim, dün ben evde yokken balkondan düşmüş. Taksiyle 20 dakikalık mesafeden sonra siteye geldiğimde, onu düştüğünde gören apartman görevlimizin tarif ettiği yerlerde, sonra sitenin içinde, dışında, tüm arabaların altında, her yerde aradık. Yıllardır oturduğumuz sitede hiç tanışmadığım komşularım saatlerce bana yardım etti. En sonunda bir arabanın motor muhafazasından sesini duyduk. Korkudan kaçıp en dar yere saklanmış. Annemden ve benden başka kimseye yaklaşmayan, kızan, dişlerini gösteren kedim yine aynı öfkeye hakim ama bu kez canı da yandığı için saklandığı yerden çıkmak istemedi. Saatler süren çalışmalar fayda etmeyince, itfaiyeyi çağırdık. Onlar arabanın altı sökülmeden bir şey yapamayacaklarını söyleyip gittiler. O saklandığı yerden çıkana kadar, yanımda suyu ve mamasıyla beklemekten başka çarem kalmamıştı ki; açık olan arabanın kaputundan onu daha net görebildik. İtfaiyeyi yeniden çağırdık. Dakikalar sonra çıkarabildiler ama o çıkış anında yüzüne bakamadım. Hissettiklerim, acı, utanç, üzüntü, kahrolma, vicdan, azabı, pişmanlık…
Keşke evde olsaydım, keşke onu asla balkonda bırakmasaydım, keşke, keşke, keşke….
Hemen Lara Hayvan Hastanesi’ne gittik. Serum taktılar, 3 gün müşahede altında kalması gerekiyormuş. Kalçasında biraz hasar varmış, bandaj sarılacak. Çok şükür iç kanaması yok.
Benim kendime dün akşamdan beri sorduğum sorular, kızgınlıklarım; olayı duyanlar tarafından yargılar, yorumlar halinde geri döndükçe keşke düşen ben olsaymışım diye diledim. Olayı öğrenenlerin yorumları, bu vicdan azabının açtığı yarayı kanatmaya devam ediyor. Sanki cani, katil ya da en düşüncesiz kedi sahibi benim ve “Konuştukça iyice vuralım ki kahrolsun, hatasını anlasın, en akıllı benim, her şeyi ben biliyorum, benim kedim olsaydı asla bunlar başına gelmezdi” dercesine konuşuyor insanlar.
Dün gece telaştan, hemen apar topar hastaneye gittiğimiz için teşekkür edemediğim, yanımda olan herkese minnettarım. Kedim iyileşse de benim yaram asla geçmeyecek. Vicdan azabı bu dünyanın gerçek cehennemiymiş. Sınavım bitmiyor.

21 gün bileklikleri

28-06-2017
Hayat bana yine bir işaret gönderdi hem de dolaylı, aracılı değil, tam gözümün önüne sundu ve memnuniyetle aldım. Bu işareti size anlatmadan önce kısa bir hatırlatma yapmak istiyorum. 6 Haziran tarihinde, yine bu köşede ‘21 gün kuralı doğru mu?’ diye sormuştum ve kendime 21 günlük bir plan hazırlamıştım. 27 Haziran tarihinde bu planımı başarıyla sonuca ulaştırmam gerekiyordu. Tabii ki söz konusu damak zevkim olunca, planımdaki ekmeği, şekeri ve kahveyi kesme kuralımı 3 günden sonra devam ettiremedim. Oysa kuralıma uyabilseydim, şu an beynimde yeni bir alışkanlığın yeri hazırdı ve ben daha sağlıklı bir insan olacaktım.
Zaman ne güzel de geçmiş! 
21. günde ben bu planımı unutmuşken, hayatın bana işareti karşıma Nil Karaibrahimgil’in 26 Haziran tarihinde Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan yazısı çıktı. Bir solukta okuduğum yazıda 21 gün önceki kendimi gördüm, sözümü tutmadığım için utandım ve şarkılarına da bayıldığım Nil’in bahsettiği ‘21 gün bileklikleri’nin web sitesine girdim hemen. 21 gün planına sadık kalabilmek için yardımcı olan ve motivasyon sağlayan bu bilekliklerin sunumu ve tasarımı da çok güzel. Burçin Yenier’in tasarladığı 14 ayrı renkteki bilekliklerden dilediğiniz renkte olanını alıp alışkanlığınızı uygulamaya başladığınız ve başardığınız her gün için birini bileğinize takıyorsunuz. Bilekliği her an görmek ve bilekteki sayısının artmasıyla gururlanmak, sonunda da başarıya ulaşmak, yeni planlar için ayrıca teşvik edebilir. Bunu bizzat yaşamak için kırmızı renkte olan bilekliklerden sipariş verecektim ki, stokta kalmamış. 
21 gün mucizeleri hakkında daha detaylı bilgiler için ‘21 gün bileklikleri’ nin web sitesini inceleyebilirsiniz. Nil’in yazısını da okumadıysanız mutlaka okumanızı tavsiye ediyorum. Onun yeni yaz alışkanlığı ‘Her sabah 20 dakika meditasyon’ unu örnek alıp uygulamaya başlayacağım. Bir de, bu konuda yayınlanmış daha detaylı bilgileri okumak isterseniz Louise L. Hay’in ‘21 Günde Güç İçinizde’ isimli bir kitabı var. 
‘21 gün bileklikleri’nin stokları yenilenene kadar her gün web sitesine girip bakarım ve o zamana kadar kendime yeni 21 günlük planlar hazırlayabilirim. Bahanelerimle mücadelede savaşçı güçlere ihtiyacım vardı, buldum.

Otel seçerken…

24-06-2017

Beden oradan oraya sürüklenirken ruhta bir kaçak var “Gideyim ben, ne olur bırak” diyor durmaksızın. Eskiden her şeyin daha güzel olacağı umuduna tutunur, sabır taşına dönüşür, bekler, bekler, beklerdi. Baktı ki bekleyince muradına eren bir derviş şansı da yok ömründe, o halde …
İnstagram yolculukları başladı ruhumun kaçağına. Kafada milyon dert, birbirine çarpa çarpa sıkıştırmış trafiği. Teselli lazım, biraz hayal, biraz ilham ve sonsuz ‘belki’ ile iyileşebilir. Denizi, yeşili, zengin sofraları, rengarenk çiçekleriyle fotoğrafların en güzel yerine kendini yerleştirir kalbim, ah neden olmasın? Bu şirin pansiyonlar, butik oteller, lüks villalar…
Antalya’da yaşayıp henüz hiçbir yerinde hikayeler biriktiremeyen zavallı talihi anılarımın, az kaldı, bir gün kavuşacağız. Yaşarken yazacağım sizi sayfalarca…
Şimdilik, sanki hemen yarın tatile gidiyormuş gibi otel seçmeye devam edelim. ‘Küçük Oteller Kitabı’nın her satırını okuyalım, beğendiğimiz her otelin sayfasına renkli minik not kağıtları yapıştıralım. Hatta ay, gün, yıl, tarihlerden plan yapalım.
Şu an henüz doğmamış anılarımın talihiyle konuşuyorum. Yine tuhaf haller içindeyim.
Derin derin nefes alıp gerginliğe sebep olanları unutmalı, instagramda kendileri gibi kalemleri de güzel, gezgin, o iki neşeli kadın nereleri gezmişler, neler anlatmışlar hemen bakmalı. Bahsettiğim bu isimler, Mutlu Tonbekici ve Tülin Kılıç, Küçük Oteller Kitabı’nın yazarları. Aynı zamanda doğal, samimi ve otel seçerken bilgilerine güvenebileceğiniz nadir isimler. Ve 20. yılına gelen Küçük Oteller Kitabı’nın 2017 yılı baskısı Mylos Kitap tarafından yapıldı. Tüm yıl başucunuzda bulundurmaktan keyif alacağınız bu kitabı mutlaka almalı ve instagramda da takip etmelisiniz.
Benim şu ruhumun kaçağı hala instagramda, Tülin Kılıç’ın sayfası ‘gezerkenöğrenen’ ve Mutlu Tonbekici’nin sayfası ‘gezginsincap’ da ekran görüntüsü alıp saklıyor, heyecanlanıyor…
Ne demiş Dalai Lama, “Senede bir defa daha önce hiç görmediğin bir yere git.”
Bir de şöyle bir tavsiye var, “Her şey kötüye gittiğinde kendine bir tatil ısmarla.” Betty Williams
Tabii cümleler güzel ve ilham veriyor ama bütçede mucize lazım ufacık hayaller için bile.
En iyisi instagram keşfine devam…

Salazar'ın İntikamı

23-06-2017

2003 yılında hayatımıza giren, yakışıklı, karizmatik ve cool korsanımız Jack Sparrow, yeni hikayesiyle karşımızda…
Jack Sparrow kışkırtan aurasıyla sinema perdesinde göründüğü ilk an, yüzlerde tebessüm ve kalplerde ufak bir heyecan oluşturmayı başarıyor.
Üç boyutlu gözlüklerimizin arkasında, biz heyecanlı sahnelerin etkisindeyken, yıllar öncesinden gemisinin içinde hapsolan Kaptan Salazar ortaya çıkar. Salazar, henüz Jack Sparrow’un Siyah İnci’siyle denizlerdeki ilk kaptanlık günlerinde onu ‘Şeytan Üçgeni’nde hapseden Sparrow’dan intikamını almaya ant içmiştir. Hayalet Gemisi’yle bu intikamı için yola koyulan Salazar’ın yolu pek tabii ki Kaptan Barbossa ile kesişir. 
Bu arada ilk filmden hatırladığımız Orlando Bloom’un canlandırdığı Will’in oğlu Henry, babasını denizlerin altında hapis kaldığı yerden kurtarmak için ‘Poseidon Asası’nı bulmak zorundadır. Başka ilham veren bir hikayenin kahramanı astronom Carina’da ona bıraktığı gizemli defterin rehberliğinde, babasını bulmaya çalışmaktadır. Tüm bu kahramanlar biraraya geldiğinde, hepsinin hayat öyküsünde bir diğerinin izi olduğunu fark ederiz. Onları bekleyen yeni maceralarda hepsi aradığı gizemlere ulaşır ama bu bana yetmez tabii. Karayip Korsanları ‘nın hikayesi nereden, nasıl doğmuştur diye araştırdım hemen. Google sağolsun, Kaptan Barbossa’nın bizim denizci Barbaros Hayrettin Paşa’dan esinlenilip yazıldığını öğrendim. Ayrıca, asıl isimi John Ward olan bir denizcinin, 1558 yılından itibaren denizlerde korsan olarak yaşamını sürdürdüğünü ve‘Jack Birdy’ diye bir lakabı olduğunu da öğrendim. John Ward, Akdenize açıldığı yıl tüm mürettebatıyla Müslümanlığı seçmiş, ismi artık Yusuf Reis olmuş. Hatta Karayip Korsanları serisinin senaristlerinin bu tarihi bilgiye istinaden, Jack Sparrow'un şapkasına ay yıldız işlemeli bir aksesuar taktıkları söyleniyor. Şimdi dönüp ilk serileri daha dikkatli izlemeliyim. Az kalsın yazmayı unutuyordum, eğer oyunculuğunu beğeniyorsanız, bu filmde Javier Bardem’ e bir kez daha hayran kalabilirsiniz. İzlediğim en çekici hayaletti Salazar.

Buika'dan…

22-06-2017

2010 yılında röportaj yapmaya başladığım ilk günlerde Kaleiçi' nde yürürken, babamın yıllar önce taş kolye uçlarını bıraktığı dövme dükkanını fark ettim ve gidip sahibine söyleşi teklif ettim. Söyleşi öncesinde kendimi tanıtıp babamdan bahsettim. Dövme sanatçısı babamı ve babamın vitrininde sergilenmesi için ona bıraktığı kolye uçlarını hatırladı. "12 sene oldu sanırım" dedi, hatta "Bir tanesi vitrinde duruyor" diyerek çıkarıp kolye ucunu bana verdi. O taş kolye seneler sonra avcumdayken sanki babam, yaşadığım, hissettiğim, canımı yakan ne varsa daha yakından elimi tutmak, saçlarımı okşamak, yeniden "Ben yanındayım korkma" demek için gelmişti. Hayatım boyunca unutamayacağım o anın büyüsünden, ağlamamak için boğazıma inen yumruğa rağmen sesim titreyerek teşekkür edebildim.
Dövme sanatçısıyla çok güzel bir söyleşi yaptık. Şimdi bazen çantamda, bazen boynumda taşıdığım bir uğurum var babamın elinden. Bu arada aynı gün, Buika'dan "Mi nina lola" şarkısını Türkçe alt yazılı klibiyle izleyip dinleyince yeniden inandım, babalar kızlarını asla yalnız bırakmazlar, gittikleri yer çok uzak bile olsa ...
Ve bu yazımın ilk halini aslında 5 sene önce yazdığımda, güzel tesadüflerin bana yaşatacaklarından henüz habersizdim. Buika'nın bahsettiğim video klibinde söylediği şarkının sözlerini Türkçeye çeviren Ufuk Öztürk ile tanıştım. Onun sayesinde, 2012 yılında Buika'nın, 13. Uluslararası Antalya Piyano Festivali’ndeki konserindeydim, Buika ve muhteşem ekibi ile tanıştım. 
O gün, daha sonra başka bir yazımda da kullandığım şu cümlem, yaşama karşı en net bakışım oldu: 
“Hayatta her an bir yerde bulunmanızın, mutlaka kıymetli bir anlamı vardır.”
Buika'nın Ufuk Öztürk tarafından hazırlanan Türkçe alt yazılı "Mi nina lola" şarkısını dinlemek ve izlemek isterseniz Facebook sayfasından ona ulaşabilirsiniz.

Tebdil-i mekân

21-06-2017

Demiş ki Nazım Hikmet: ”Her atasözü yerleşmiş bir itiyadın, bir âdetin, bir huyun söz biçimine girmesi, böylelikle perçinleşmesi demektir.”
Öyledir ya hani, yol gösterir atasözleri bazen. Sayfalarca yazılsa anlatılamayacak durum ve haller vardır, bir cümleye sığdırır kendini. 
“Nereye?” diye sorar birileri, cevap saatlerce anlatılsa belki rahatlar sahibi ama o cümlede gizlidir: “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır.”
***
Var mıdır gerçekten? 
Tebdil-i mekân her gönlü ferahlatır mı? 
Peşinde sürüklediği kırık dökük gerçekler ve susup da söylenmeyenler ufak bir değişiklikle olduğu yerde unutulur mu?
***
Çok sıkıldığım zamanlarda zihnimde dolaşır Sezen Aksu’nun şarkısı: 
“Tebdil-i mekânda ferahlık yokmuş aslında.
Acının yüzölçümü yeryüzünden çokmuş aslında. ”
Şu an yazarken de şarkının sözlerini duyuyorum bir yandan ve düşünüyorum; atasözleri belki de doğduğu zamana ait kalmalı. Her duruma yakışan kafiyeli süslü sözler, günümüz şartlarına pek de uygun değil artık. Hem o atalar, meşhur sözlerini söylerken bugünün insanının biricik dertlerini nereden bilebilir ki? 
“Bazı konular evrenseldir ve olaya tam denk gelen cümleler sahicidir, olmalıdır” diyebilirsiniz. Ben de eskiden böyle düşünürdüm ama yok zaman insanı öyle bir törpülüyor ki, hayal kırıklığı artık sıradan bir his haline geliyor. Kendine bile yabancı ruhların arasında, bir ‘söz’ e inanmak saflıktan öte yorgun bir insan zaafına dönüşüyor.
İşte bu nedenle artık feyzalmıyorum deyimler ve atasözleri kitaplarında yazanlardan.
***
Şehirler ve hatta ülkeler geçip sınırları da aşsa beden, hesaplaşamadığı ne varsa ruhunda, kalbinde ve zihninde yükü olmaya mahkum. Birbirine dolanan yumağı açamadıktan sonra değişim ancak üstü örtülenlerle sürüklenen nafile bir çaba. 
***
Oysa ‘Ferah’ anlamıyla ve tınısıyla en sevdiğim kelime. Neyin yanına gelse umut ve huzur bulaştırıyor, doğru ama onun bu güzelliğine sığınıp çok da anlam yüklememeli mevcut arızalara. İyileşme içerden başlamadıkça süslenen ne varsa, sırları dökülür aynada. Yazık olur yaraya da, acıtana da.

Sorular ve sırları

12-06-2017

Susmak her şeyin yolunda gitmesini sağlar mı? Söylemek isteyip de vazgeçilen gerçekler, bireyden bağımsız, ne kadar saklayabilir varlığını?
Ufak bir sebep yeter, derinde olanı görünür kılmaya.
***
Ne çok susuyoruz ve nasıl da acı konuşuyoruz bazen değil mi?
***
Kendi gizlerinin masumluğuna inandığı için yargıladığı hayatların hatalarına sevinir insanın kötüsü. Hatalarını yarıştırıp “En büyük suçlu sensin” demek için fırsat yaratır benciller. Onlara hak veren, alkışlayan ve “Şahanesin” diye sırtını sıvazlayan riyakarları vardır ki, bu oyuncular dost sandıklarıdır.
***
Zaman, her birimizin bastırdığı öfke ve hüzünlere rağmen gelip geçer. İçten gelen, gerçek gülümsemeyi ararız, önce sunabilmeyi denemeden.
***
En yakınımız, kardeşimiz, annemiz, babamız… En iyi onlar anlar bizi diye düşünürken aslında birbirimizi hiç tanımadığımızı fark etseydik?
Peki gerçekten tanıyor muyuz?
Çekirdek aileyken her anı paylaştığımız, koşulsuz sevdiklerimizle aramıza fiziki ve manevi mesafeler girdiğinde değişir tablo. Kurulan cümleler kısalır, konuşulamaz olur her şey. Belki de iyidir böylesi. Derdi saklayıp neşeyi çoğaltmak korur bağları.
Gerçekten, dramdan kaçmak için faydalı mıdır susmak?
***
2014 yılında, 2 dalda Oscar’a aday olan bir film vardı izlemek istediğim. Aile dramlarını izlemekten kaçındığım için bu filmi izlemeyi de sürekli erteledim. Dilimize ‘Aile Sırları’ diye çevrilen filmin orijinal ismi ‘August: Osage County’. Sonunda izledim ve film izleme tercihlerimin ruh halime göre şekillenmesine izin vermeme kararı aldım. O sadece bir film ve evet acılar biraz abartılmış. Yine de Meryl Streep ve Julia Roberts’ı aynı film karesinde izlemek çok keyifli. Filmde, özellikle izlemenizi tavsiye ettiğim, sırların yavaş yavaş döküldüğü bir yemek sahnesi var ki…
***
‘August: Osage County’ in senaryosunu yazan Tracy Letts aynı zamanda, ülkemizde ilk kez 2006 yılında DOT Tiyatro tarafından sahnelenen ‘Böcek’ isimli oyunun da yazarı. John Wells’in beyazperdeye aktarıp yönettiği ‘August: Osage County’ de aslında tiyatroda sahnelenen ödüllü bir oyun. Bunu filmi izlerken de fark etmek mümkün. Tek mekanda, heyecan seviyesi düşmeyen diyaloglar, tiyatroda oyun izliyormuş hissi uyandırıyor. Sırların yarattığı ağır dramın içinde savrulan aile bireylerinin hikayeleri bambaşka yollara sapıyor. Yakıcı öfkenin geride sadece enkaz bırakmadığını, bazen yükselen sesin, aileyi acıdan koruyabildiğini anlatıyor film. Yine de her şeyi kontrol altında tutmaya çalışmanın nafile bir mücadele olduğunu da ispatlıyor. Çünkü biz olması gerekeni her dilediğimizde, beklediğimiz tüm cevapların sorularında bile sırlar gizliyor hayat, duysak da, duyup inkar etsek de…

Anayurt Oteli

10-06-2017
20 sene sonra Antalya Lisesi’nden çok değerli Edebiyat Öğretmenim Cahit Çakcıl’ı ziyaret ettim ANSAN’da. İlkokula başlamadan önce bana okumayı ve yazmayı öğreten babamın kitapları ve hikayeleriyle sevdim edebiyatı. Sonra lise yıllarımda Cahit Hocamın dersleri sayesinde, daha büyük hayranlık duydum şairlere ve yazarlara. Atilla İlhan’ın şiirlerini okurdu bize gür sesiyle. Yeniden karşılaşmak ve sohbet etmek çok güzeldi. Sohbetimiz sırasında şu an okuduğumuz kitaplardan bahsederken ‘Anayurt Oteli’ hakkında konuştuk. Yusuf Atılgan’ın bu unutulmaz eserini ben de yıllar önce okumuştum ve filmi de kitabı okuduktan çok sonra izlemiştim. Romandan sinemaya uyarlanan filmler içinde, aslına en uygun ve hissettirdiği atmosferi en saf haliyle yansıtan, nadir filmlerden biridir ‘Anayurt Oteli’. Ömer Kavur sinemasının en önemli eserleri arasında yer alan bu filmin başrol oyuncusu Macit Koper, kitabı okurken zihnimde canlanan Zebercet’ten farksızdı. Zebercet’in iç karartan, takıntılı ve yapayalnız dünyası Yusuf Atılgan’ın kaleminden öyle zarif bir anlatımla şekilleniyor ki; kitabı okurken ya da filmi izlerken o bunaltının sadece seyircisi olarak kalıyorsunuz. Hikayenin her detayında büyüyen hüzün, okuyucuya ve seyirciye asla bulaşmıyor, ruhu yormuyor.
1987 yılında ilk kez sinemalarda gösterime giren ‘Anayurt Oteli’ 30 sene sonra İstanbul Film Festivali’nin ‘Türk Klasikleri Yeniden’ projesiyle bu yıl restore edildi. Bu nedenle Cahit Hocam ile sohbetimize konuk olan usta yazar ve yönetmeni anmak, size de hatırlatmak istedim. Macit Koper, Serra Yılmaz, Orhan Çağman ve Şahika Tekand’ın müthiş oyunculukları ile görüntü yönetmenliğinde Orhan Oğuz’un farkı, Atilla Özdemiroğlu’nun müziği ve Ömer Kavur ve Cengiz Ergun'un yapımcılığında ‘Türk Sinema Tarihi’nde en iyiler arasında yer alan ‘Anayurt Oteli’ mutlaka yeniden izlenmeli. ‘Başka Sinema’ tarafından restore edilmiş özel kopyası ile ‘Anayurt Oteli’ 2 ve 8 haziran tarihleri arasında İstanbul, Ankara, İzmir ve Bursa’da yeniden gösterime girdi. Antalya’ya da gelsin diye umut edebilir miyiz acaba?


Neler gizli telefonlarınızda?

09-06-2017
İtalyan yönetmen Paolo Genovese’in hikayesini yazdığı ve yönettiği, tam günümüzün ihtiyacına uygun bir film izledim. Filmin İtalyanca ismi ‘Perfetti Sconosciuti’ Türkçe’ye çevrildiğinde ‘Mükemmel Yabancılar’ diyebiliriz.
Film ayrı ayrı sahnelerde, bir yere gitmek için hazırlanan çiftlerin, kendi evlerindeki telaşlarıyla başlıyor. Yemek için davetli oldukları evin hanımefendisi ergenlik çağındaki kızıyla sorunlar yaşayan bir psikiyatrist. Yemek masasına oturduklarında, onun önerisiyle herkes cep telefonlarını masaya görünür şekilde bırakıyor. Ve kime mesaj ya da mail gelirse masadaki herkesin duyacağı şekilde okuması kararını alıyorlar. Cep telefonlarından biri çalarsa da hoparlör açılıp konuşulacak diye karar veriyorlar. Bu oyunun amacı, kimin ne kadar sırrı olduğunu ortaya çıkarmak. Tabii oyun başlamadan önce kadınlar ve erkekler hiç itiraz etmeden, saklayacakları bir şeyleri olmadıklarını söylüyorlar. Ama yine de her ne kadar bu oyunun saçma olduğunu dile getirseler de dakikalar sonra her birinin hayatında geri dönülemez değişimler başlıyor. Filmin sürpriz bir sonu var, belki izlemek istersiniz diye anlatmıyorum ama Paolo Genovese bize, hepimizin içini kemiren o soruyu soruyor:
“Cep telefonlarınızda neler gizliyorsunuz?” 
Eskiden de iki yüzlü arkadaşlar, ihanet eden eşler ve saklanan sırlar vardı ama şimdi hepsi elimizi uzatsak okuyup öğrenebileceğimiz kadar yakın. Yazılarımı okuduysanız bilirsiniz, facebooktan nefret ediyorum. İnstagram ve diğerlerinden biraz daha az nefret ettiğim için kullanmak zorundayım. Benim nefretim o sosyal hesaplar ardında gizlenen zaaflar değil; ben her şeyin görünür olmasından rahatsızım. Sakinliği, sadeliği ve özellikle şu günlerde izole olabilmeyi özlüyorum. Evet, eskiden de duyar ve öğrenirdik sadakatsizlikleri ama şimdi her şey daha kolay. Cep telefonlarında internet olmadan da ihanet daha kolaydı. Kimin kimlerle mesajlaştığı, nasıl isimlerle kaydettiği… 
Hepimiz bireyiz ve kendimize ait özgür dünyalarımız olmalı ama bu yanımızdaki insanların iyi niyetini ve masumiyetini suistimal etme hakkını bize tanımamalı. Evli olduğu halde başka kişilerle flörtöz mesajlaşanlar, çok işim var diyip telefonunda oyun oynayanlar, bir ufak cevap yazmaya bin bahane uydururken aslında dakikalarca videolar izleyenler… 
Ellerimizde parlayan o kuru kutular şeffaflaşıp her şey duyulur ve okunur olsaydı, koskoca bir yalan balonunun içinde dönüp durduğumuzu görebilirdik. Ve bundan hoşnut olduğumuz yalanına inanmışız gibi…

Tarihten gelen ilham

08-06-2017

An’ı yaşamak kuralına fazlaca takılmışken… Tabii bu sorumluluktan uzak an’ı yaşamak değil, hemen yüzeysel algılanmasın. Çünkü anlatmak istediğim, geçmişin ‘keşke’leri ya da geleceğin ‘acaba’larından uzak, an’ı taçlandırarak yaşamaktır. İşte böyle bir hal içindeyken sürekli yürüdüğüm yollarda bazı sorular kemirir zihnimi. Bu soruların, genellikle bilinçdışımın, beni monotonluktan uzaklaştırmak için oynadığı oyunların enstrümanları olduğunu düşünürüm. Bilincim ya da bilinçdışım bilir ki; her gün aynı saatlerde, aynı sokaklarda yürürken ufak bir taş parçasını bile ilk kez görüyormuş gibi heyecan duymalıyım. Başka nasıl yaşama sevinci diri tutulabilir, bilmiyorum. Mesela aşık olunca, her gece ve her sabah ‘ilk görüşte aşk’ın tutkulu sebebini mutlaka anımsamak da iyidir. Hüzne ve umutsuzluğa savaş açar böylesi çabalarım. Hem zaten istersem hüznü her an, her yerde çoğaltabilirim. Bu kötü yeteneğim, bir zamanlar kötü bir alışkanlık gibi yapışmıştı üzerime. Kurtuldum neyse ki! Daha doğrusu dün bahsettiğim gibi bitmesini istediğim bir alışkanlıktan tamamen kurtulmak yerine, onu yenisiyle değiştirdim. Bir sokakta, eski yıkık bir evin penceresinde ya da kırışmış yüzünde geçmişin izleriyle dolu bir yüz gördüğümde hüzünlenmek yerine, tüm o yaşanmış her şeyin adına coşku duymayı öğrendim.
***
Bu güzel ve güçlü değişimi, yaşadığım kente borçluyum. Mevsimler değiştikçe güzelleşen Antalya’nın her köşesinde tarihle yaşıyoruz. Kim bilir kaç yorgun adımı misafir eden Kaleiçi sokaklarında günlük telaşlarını unutup büyülenen yalnız ben miyim? 
Sahil boyunca yürürken palmiye ağaçlarının görkemine saygı duyan, portakal ağaçlarının mis gibi kokan çiçekleriyle neşelenen, Üç Kapılar’ın altından geçerken, çok eski medeniyetleri hatırlayıp, o yıllarda yaşayan insanlarla yan yana yürüdüğünü hayal eden bir ben miyim? Deli miyim? Hayır, sanmıyorum. Sadece hızla akan zamanın kıymetini bilerek ve gelip geçen yaşamların bize miras bıraktığı her şeye şükrederek yaşamayı tercih ediyorum. Sürekli şikayet halinde olmayı ve tembelliğe övgü bahaneler üretmeyi reddediyorum. Çünkü daha çok çalışmak için bu şehir bize fazlasıyla ilham sunuyor. 
***
Şu günlerde benim, geçmişe ait olan her şeyden ilham duymamı sağlayan kitaplar ve onun usta bir yazarı var. Antalya’nın usta tarihçisi ve yazarı Hüseyin Çimrin’in yazılarını ve yayınlanan kitaplarını mutlaka okumanızı tavsiye ediyorum. Antalya Ticaret ve Sanayi Odası (ATSO) Kültür Yayınları bünyesinde üç yeni kitabı çıkan Kent Tarihçisi Hüseyin Çimrin’in ‘Antalya Mutfağı ve Lezzet Ustaları’, ‘Antalya'da Zamanla Kaybolan Meslekler, Esnaflar’ ve ‘Antalya'da Tarihi Camiler, Medreseler, Türbeler, Mezarlıklar ve Kiliseler’ isimli kitaplarını Antalya Kültür Sanat’ta bulabilirsiniz. Bu kitapları okudukça, yaşadığınız şehre bakışınız değişecek ve sevginiz, saygınız katlanarak artacaktır eminim. Hüseyin Çimrin Antalya için büyük bir değer. 
***
Bir de unutmadan eklemeliyim; twitterda #BirZamanlarAntalya etiketini de mutlaka takip etmenizi öneriyorum. Eskiye ait çok güzel Antalya fotoğrafları paylaşılıyor.

21 gün kuralı doğru mu?

06-06-2017

Kişisel gelişim kitaplarını şeker yer gibi okuyup tükettiğim günlerden kaldı aklımda, ‘21 gün kuralı’. Sonra kaç kez denediysem başaramadım. Beynimizin kıvrımlarında, alışkanlıklarımızın ısrarlı yollar yaptığını öğrenmiştim bu kitaplarda. Düşüncelerin, birer enerji olarak ışık hızında gidip geldikçe yol yaptığı izleri silemezmişiz ama istediğimiz davranışımızı tekrarlayarak yenileriyle değiştirebilirmişiz. Ancak bizi kararımızdan döndüren bilinç dışı etkilere kapılmadan 21 gün kuralına uymalıymışız. Olmasını istediğimiz mucizevi değişim her ne ise, 21 gün sonra o yeni bir alışkanlığa dönüşerek, eskilerin yerine güzelce yerleşebilirmiş.
Kaybolmasını istediğimiz bir alışkanlıktan kopmak zor. Üstelik yaşam tecrübeleri ve çevresel tüm faktörler, biz ne kadar çabalasak da kararımızı sabote etmek için adeta güçlü bir savaşçı gibi tepemizde beliriverir. Mesela benim en büyük sabotajcım yine benim! 
Vazgeçmek istediğim kötü alışkanlığım: Şeker ve karbonhidratla beslenme bağımlılığım.
Onlar olmadan dayanabildiğim süre: 24 saatten biraz daha fazla.
Baltalayanlar: İradesizliğim, reklamlar, buzdolabı, iş çıkışı mutlu olma arzum.
***
Kaybettiğim alışkanlığım: Kitap okumak (Her gün en az 100 sayfa)
Okuyabildiğim sayfa sayısı (utanarak yazıyorum): Haftada 100 sayfa
Baltalayanlar: İnternet alışkanlığım
***
Kazanmak istediğim alışkanlıklar: Düzenli spor, bol kitap okumak, sağlıklı beslenmek
Yeni hedef: 21 gün
Bakalım bu kez başarabilecek miyim? 
***
Geçenlerde bir yerde okudum, hedefini ya da hayalini çok sık ve fazla kişiye anlatmak pek de güzel sonuçlar vermeyebilirmiş. Çünkü ilan ettiği hedefine ulaşabilmesi için, o kişi üzerinde fazlasıyla baskı hissedebilirmiş. Bazen de çok fazla dillendirilen hayal, sanki gerçekleşmişcesine, hayali kuran kişiyi rehavete sürükleyebilirmiş. 
Ben şimdi tüm bu olasılıklardan uzak kalma dileğimle, buradan duyurduğum 21 günlük çalışmama başlıyorum. Blogumdan ve instagramdan her gün rapor vereceğim. Bakalım gerçekten, beynin 21 günlük süre sonunda yepyeni otomatik davranışlar kazanma mucizesi doğru muymuş, öğrenelim. Bu arada içinizde bu ‘21 gün kuralı’nı daha önce uygulayan ve başarıya ulaşan var mı? Yoksa ben tüm alışkanlıklarımla barış içinde ve mutluyum mu diyorsunuz?

Korkunç masallar

05-06-2017

Geçtiğimiz Cumartesi akşamı, ilginç bir etkinliğe davetliydim. Kaleiçi’nde, daha önce ismi Mask Ethnic Fun olan şimdiki ismiyle Jungle Bar'da birbirinden ‘Korkunç Masallar’ dinledim. Antalya Büyükşehir Belediyesi İsmail Baha Sürelsan Konservatuarı’nda tiyatro hocası olan Özcan Akgöz, öğrencileriyle birlikte hazırladığı bu çalışmanın ilk hikaye anlatıcısıydı. Akgöz, ilk önce şaman davulunun gizemli ritmiyle, bizleri doğum şarkımızı hatırlayabilmemiz için geçmişe doğru bir yolculuğa çıkardı. Ardından korkuyu arayan bir çocuğun masalını anlattı.
Sırasıyla 6 güzel sesten, 6 farklı korkunç hikaye dinledik. Kırmızı minik mumluklardan yansıyan mum ışıklarında, tüm anlatıcılar siyahlar içindeydi. Her biri oturduğu sandalyeden kalkıp sırayla, hikayenin ruhuna büründüler, samimi ve biraz da ürkütücüydüler. Anlatıcıların beden dilleri ve kahramanların cümlelerinde tonunu değiştirdikleri gür sesleriyle, kendilerine özgü apayrı tarzları vardı. A. Gizem Özaydın, Begüm Çilingir, Nurhan Metin, Sinem Ceylan, Vahit Balcı, ve Yeşim Vatantürk anlattıkları karanlık hikayelerin sonlarını hep mutlu bir sonla bitirdiler. Her hikayenin sonunda, dinleyicilere dönüp kendi içlerine bakmalarını sağlayan sorular sordular. 
Masallar bittiğinde de gözlerimizi kapatıp müzik eşliğinde, kısa bir nefes meditasyonuyla korkularımızı şifalandırdık.
Çocuklarla beslenen cadılar, kötü kalpli üvey anneler, hayaletler, karanlık ormanlar, yaratıklar… Sanırım dinleyici olarak en çok etkilendiğim masal kahramanı, kötü talihiyle barışmak isteyen kraliçenin şanssız kızıydı. Bir sokağın kenarında duran, içinde yaşayan hamam böcekleri ve örümcekler yüzünden kimsenin dokunmadığı süpürgenin arkasında saklanan kötü talihini arıyordu bu kız. Önünden geçen herkese kötü şans ve negatif enerji bulaştıran kötü talihiyle sonunda barışan şanssız kız, hayatının en güzel mucizesine kavuştu. Detayları anlatmıyorum çünkü siz de dinlemek isterseniz Özcan Akgöz öğrencileriyle ayda bir kez olmak üzere masallarını anlatmaya devam edecek. Onları sosyal ağlarından takip edip tüm etkinliklerinden haberdar olabilirsiniz.
Ben ise gördüğüm her süpürgenin arkasına doğru bakıp gülümseyerek onu arayacağım.

Afiyet olmuyor

03.06.2017

İki buçuk ay önce ‘Vejetaryenlikten vegan beslenmeye’ başlıklı yazımda, hayvanları ve onlara ait olan süt ürünlerini de yemeyeceğim diye anlatmıştım. Maalesef bu kararımı uygulamada uzun süreli başarıyı yakalayamadım. Vegan beslenebilmek için sağlam bir bütçeye sahip olmak gerekiyor. Benim glutensiz beslenme zorunluluğum olduğu için durumum daha zor. Bütçeyi ayarlayıp disiplini de sağlarsam, Antalya’nın en iyi vegan ve çiğ beslenme üzerine uzman olan mutfağı Chi Fine Food’da alacağım soluğu. Geçen yaz güzel sahibi Özlem Canpolat ile tanışmıştım ve tattığım o lezzetlerin tadı hala damağımda. Glutensiz, içinde işlenmiş şeker olmayan, süt ürünsüz sağlıklı tatlılar, sebze meyve suları, smoothieler ve daha neler neler var Chi Fine Food’da…
Domates lavaş, kaju sos; unsuz, şekersiz, sütsüz, çiğ tiramisu, chia pudingi…

Yaklaşık bir yıldır aklım çiğ ve vegan beslenmedeyken nasıl oluyor da ben verdiğim 12 kiloyu geri alıyorum. Tabii ki sabaha karşı yediğim dondurmalar ve güneşle doğan kaşarlı poğaçalarla. ‘Poğaça’ kelimesini yazarken bile yüzümden mideme aşkla büyüyen bir gülümse, kocaman bir iştah patlaması yaşıyorum. Sonra da patlamaya hazır pantolon ve etek dikişlerini bedenimde hissedince gözlerim doluyor. Üzülen ruhumu neşelendirmek için hemen beyaz çikolatalı, çilekli bir waffle ile sarmaş dolaş oluyorum. Yüzüm gülüyor, vücudum genişliyor, aynalar sert ve acımasız! Aynı gözyaşı ve yine buzdolabı…

Hayatımda kırmam gereken bir kısır döngü varsa o da bu yanlış beslenme düzenim. Binlerce yemin, diyet planları, kitaplar, diyetisyenler, spor… Yok bir türlü disiplini sağlayamıyorum.
Okuduğum günlerde etkisi altında kaldığım, zihnimizin, bedenimiz ve hislerimiz üzerindeki şaşırtıcı etkilerini anlatan iki kitap vardı: Yasemin Soysal’ın ‘Tek Şişman Beyniniz’ ve ‘Tek Suçlu Beyniniz’ isimli kitaplarını sırayla okuyup bitirdiğimde yeniden okuma isteği duymuştum. Çok samimi ve bilimsel bir anlatımı var Soysal’ın. Sanırım bu kitapları yeniden okumamın vakti geldi.
Bu arada bir ay dişimi sıkıp başarırım ümidiyle yine Antalya’nın en başarılı spor hocalarından biriyle çalıştım. Sağolsun hocam Bahri Sağdaş 1 ay beni iyi çalıştırdı ama ben yine beslenme konusunda sözümü tutamadım. Onun hala incecik, fit olmasını sağladığı öğrencilerini gördükçe halime üzülüyorum.
Reklamları izlerken en hızlı kanan müşteri profiliyim. Her an, her gördüğüm güzel sunumu canım çekebilir. Oysa, ne yazık ki tüketim toplumunda ille de yemelisiniz diye önümüze sürülen bu renkli, çekici hazır gıdalardan uzak durabilirsek, birçok sağlık sorunumuzu da çözebiliriz, çözebilirim.
Her bireyin yemek yerken doymak ve keyif almak ile ilgili sınırları farklı. Ben yemek yeme eylemini, bedenime enerji kazandırmak yerine ruhumu mutlu etme çabasıyla sürdürdüğüm için kaybediyorum. En kötüsü de kaybettiğim, yine geri kazanmaya çalıştığım mutluluğum!

​François Ozon filmlerinden

02.06.2017

Fransız yönetmen François Ozon, 50 yaşına yaklaşırken çekiciliği hızla artan yakışıklı adamlardan. Yönettiği filmlerin hikayelerinde ve kurgularında da bu estetik olgunluğa eriştiği söyleniyor. Onun filmlerini geriden takip ettiğim için bu yorumlar üzerine bir şey söyleyemem ancak son bir yılda izlediğim 3 filmiyle büyülendiğimi inkar edemem.
İlk izlediğim filmlerinden biri ‘Jeune & Jolie’ ydi. Haklısınız, dediğim gibi fazla geriden geliyorum. Hep aklımda olsa da henüz ‘Swimming Pool’ u izlemedim. İki önemli filmi ‘Sous le Sable’ ve tiyatro oyunu atmosferinde geçen Robert Thomas’ın meşhur hikayesinden uyarlanan ‘8 Femmes’ i de izlenecek filmler listeme ekledim.
Bu yıl izlediğim 3. François Ozon filmi ise; Türkçe’ye ‘Yeni Kız Arkadaşım’ diye çevrilmiş, oldukça etkileyici bir konuya sahip ‘Une Nouvelle Amie’. Senaryosu da François Ozon’ a ait olan filmin dramatik yapısı biraz ağır olsa da sürprizlerle dolu ve dostluk adına sıcacık bir film. Uzun uzun bu filmi de anlatmak isterdim ama ben size 2.sırada izlediğim başka bir filminden bahsetmek istiyorum
‘Jeune & Jolie’ nin kışkırtan ve kasvetli rüzgarından sonra geçen yıl ‘Dans la Maison’ u izledim. Türkçesi ‘Evde’ anlamına gelen bu filmi o kadar çok sevdim ki; hani bazen bir rüya görürsünüz ve üzerinden yıllar geçer yine de dün gibi hatırlarsınız. Rüyanızı gerçekten yaşamış gibi anımsarsınız ve bir şeyler sizi hep o rüyaya götürür. İşte bu filmin de bende böyle bir etkisi var. Özellikle yeni hikayelerle zihnim meşgulken bu filmin senaryosunu daha sık düşünüyorum. İzleyip izlememek arasında tereddüt ederken Fabrice Luchini’nin durağan sahnelerde bile mıknatıs gibi çeken oyunculuğu sayesinde hikayenin içindeydim. Zaten bir filmde edebiyat, tasvirler ve azıcık da gerilim varsa tam benlik demektir. Üstelik François Ozon bu filmi İspanyol yazar Juan Mayorga’nın ‘Arka Sıradaki Çocuk’ isimli tiyatro oyunundan uyarlamış. Çok sevmem için bir sebep daha…
Fabrice Luchini, ‘Dans la Maison’ da Fransızca öğretmeni Germain’i canlandırıyor. Germain, Fransızca derslerine girdiği bir sınıfta, kompozisyonlarından etkilendiği 16 yaşındaki öğrencisini yeni yazıları konusunda şevklendirir. ‘The English Patient’ in şahane oyuncusu Kristin Scott Thomas ise bu filmde öğretmenin eşi rolündedir. O da eşinin bu ilginç öğrencisinin kompozisyonları hakkında fikirlerini paylaşır. Yazı konusundaki yeteneğine film süresince hayran kaldığımız öğrenci biraz küstah ve tekinsiz bir gençtir. Kompozisyonlarının öykülerini, konuk olduğu sınıf arkadaşının evinde, onun aile üyelerini kendi kahramanlarına dönüştürerek yazar. Tabii bu ‘arkası yarın’ tadındaki kompozisyonlar öğretmen ve öğrenci arasındaki yazma ve okuma tutkusunu biz seyirciye de aynı hazla yaşatır. Film süresince kurgu ve gerçek, sarmal halinde ilerledikçe, olayların örgüsü film karakterlerini bile şaşırtır. Çünkü onlar, içeriden ve dışarıdan izledikleri başkalarının hayatlarına artık müdahil olmuşlardır. Hatta kendi yaşamları bile ön göremedikleri değişimlere uğrar. 
Çok sevdiğim Woody Allen filmlerinin havası da var bu filmde. Müzikleri, kurgusu ve sıradan insanları şiirsel bir dille anlatışı, filmi özel kılan değerlerinden. Özellikle son sahnede Alfred Hitchcock’un önemli eseri ‘Arka Pencere’ye saygı ile yapılan hoş bir gönderme var. Edebiyatı ve hikayelerin doğuş anlarına tanık olmayı seviyorsanız mutlaka izlemelisiniz.

Yeniden sinema

31-05-2017
Son aylarda bol bol tiyatro oyunu izledim biliyorsunuz ve bu süreçte sinemayı ihmal ettim. ‘Cannes Film Festivali’ de sona ermişken yeniden filmlerle buluşma vaktim geldi demektir. 
Zaten Haziran gelse bile mevsim ‘Yaz’ a dönmüyor yüzünü, içim buruk biraz. O halde neşe veren filmler seçmeli. 
Ben, şimdi size izlemek istediklerimi yazacağım, sizden de önerilerinizi bekliyorum.

İzlemek için sabırsızlandığım filmlerden biri:
‘The Boss Baby’
En yakışıklı aktör sıralamamın ilk üçündeki Alec Baldwin tarafından seslendirilen ‘The Boss Baby’ nin fragmanı ve posterindeki takım elbiseli minnoşun tatlılığı, izlemek için kesin nedenlerim. 
Madem Cannes Film Festivali’den bahsettik, festivale katılan filmlerden de seçelim. Joaquin Phoenix’in en iyi erkek oyuncu ödülü aldığı ‘You Were Never Really Here’ isimli filmi de izlenmesi gerekenler listeme ekliyorum. Hayranı olduğum ve ‘To Die For’ filmindeki oyunculuğundan itibaren takip ettiğim müthiş oyuncu Joaquin Phoenix’i en son Emma Stone’a rağmen ‘Irrational Man’ de izlemiştim. Emma Stone ile ilgili düşüncelerimi anlatmıştım hatırlarsanız. Neyse bu konuyu tekrar açmadan başka bir filme geçelim. Bu arada ‘You Were Never Really Here’ Cannes Film Festivali’nde en iyi senaryo ödülünü de aldı. 
Festivalde en iyi kadın oyuncu ödülünü alan Diane Kruger bir Fatih Akın filmindeki rolüyle bu ödülü kazandı. Dolayısıyla ‘Solgun’ adlı filmi de kesinlikle izlemek istiyorum. 
Festivalde, 70.yıl onur ödülünü güzelleri güzeli Nicole Kidman’a takdim etmişler ki bence de hak ediyor. En son ‘Big Little Lies’ isimli kısa dizide göz kamaştıran oyunculuğuna bir kez daha hayran kalmıştım. Anlatmıştım size o diziyi de. 
Nicole Kidman’ın oynadığı ve henüz izlemediğim ‘The Beguiled’, ‘Genius’ ve ‘Hemingway & Gellhorn’ isimli filmleri de listeme ekliyorum. 
Ve tabii ki biraz daha görsel şölen için tatlı ve karizmatik Johnny Depp başrolüyle ‘Pirates of the Caribbean: Dead Men Tell No Tales’ de izlenmeli. Son olarak da ‘Gifted’ ve Emir Kusturica’ın başrolünde oynayıp aynı zamanda yazıp yönettiği ‘On the Milky Road’ isimli filmleri de listeme yazıp heyecanla önerilerinizi bekliyorum.

Fermanlı Deli Hazretleri

30-05-2017

Türk Edebiyatının ilk tiyatro oyunu yazarlarından Musahipzade Celal’in eseri ‘Fermanlı Deli Hazretleri’ nin tadı damağımızda kaldı.Sümbül Ağa’nın seslenişiyle ‘bir tatlı kahve’ gibi…

Dar ağacında ölüme mahkum edilen Musa Efendi ağaçtan düşünce padişahın fermanıyla affedilir ve bir süreliğine tımarhanede kalmaya başlar. Oradaki delilerle eğlenmek için kendince uyduruk muskalar yazar. Bir gün tesadüfen delilerden biri iyileşince, Musa Efendi artık ‘Fermanlı Deli Hazretleri’ olarak anılmaya başlanır. Bizim izlediğimiz hikaye, Fermanlı Deli Hazretleri olduktan sonraki maceralarını anlatır.

Antalya Devlet Tiyatrosu’nun düzenlediği Antalya Uluslararası Tiyatro Festivali sona erdi. Günlerdir keyifle izlediğim oyunlar içinde müzikleriyle en çok eğlendiğim iki oyun vardı: 
Biri, geçen gün size bahsettiğim Sivas Devlet Tiyatrosu’nun sahnelediği Lysistrata’nın E. Serdar Kurutçu’nun bestelediği ve sözlerini Sibel Erdenk’in yazdığı şarkılar; diğeri de Konya Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenen ‘Fermanlı Deli Hazretleri’nin Gürkan Çakıcı’ya ait müzikleri. Bildiğimiz yabancı ve yerli şarkıların tam yerinde sahnede yer bulması da çok güzeldi. Ayrıca oyuna zaman zaman dahil olan orkestradaki isimlerin de bu başarıda katkısı büyük.
.. 
Fermanlı Deli Hazretleri’nin yönetmeni, yine bu sezon izlediğim Dördüncü Ay’ın başrolündeki Ferdi Dalkılıç. 
Biraz orta oyunu havası da barındıran eserin Ramazan ayının ilk gününe denk gelmesi de hoş bir tesadüf oldu. 
Bizi eğlendiren dansları ve sanki doğaçlama yapıyorlarmış hissi uyandıran diyaloglarıyla oyuncuların her biri, birbirinden doğaldı. Musa Efendi rolünde namıdiğer Fermanlı Deli Hazretleri Ahmet Çökmez’in kıpır kıpır enerjisi, kostümüyle de uyum sağlayınca rengarenk bir karakterle tanışmış olduk. 
Boğaçhan Sözmen’in sesi nasıl da güzel! 
Hangi ismin hangi rölü canlandırdığı bilgisi tanıtım kitapçıklarında yazmadığı için araştırarak yazıyorum ve oyun çıkışında panolardan aklımda kaldığı kadar…
Kemal Çatmaz, İlayda Alakoç ve Çağatay Eker en çok güldüğümüz diğer isimlerdendi. 
Benim en çok bayıldığım karakter ise ‘Nigar’dı. Nevra Sayar’ın oyunculuğunu çok sevdim. 
Ayırca oyuncuların makyajları ve Ceren Karahan’ın tasarladığı kostümler, bana Tim Burton filmlerini anımsattı. Farklı ve eğlenceli bir bakışla yorumlanan oyunun tadı damağımızda kaldı, ‘bir tatlı kahve’ gibi…



​Bırak süslü lafları

27-05-2017

Aklından geçenin aksine, anlamı olduğundan farklı kılmak için süsleme sözlerini. 
Yalanın döner gelir, seneler bile geçse, nasıl çarpar yüzüne, şaşırırsın. 
Bir de vicdanın taştan katı, buzdan soğuksa artık…
Ne demişti meşhur bilim kurgu yazarı Stanisław Lem: 
“Vicdanı tertemizdi zira onu hiç kuIIanmamıştı.”

‘Yalan’ı kendi gerçeğine kurtarıcı seçmiş olabilirsin ama doğruların yükünü omzunda hissedersin elbet, ağır ağır.

Mübalağa sadece sanatta güzeldir ve biraz kullanılabilir güldürmek için bir çocuğu. 
Hayatın akışı içinde olanı ya da olması isteneni, sözün muhatabını kandırmak için süslemek ne kadar acıklı bir insan zaafıdır. 
Söylerken de, duyarken de inanmayı isteriz.
İnanırız ki; asırlardır hiç vazgeçmeyiz samimiyetten uzak konuşmalardan, dinlemelerden, onay vermelerden.

Bize miras kalan tüm yanlış davranış biçimlerini neden devam ederiz sürdürmeye?
Dün anlatmıştım ya hani size; M.Ö geçen yıllarda tiyatro sahnelerinde anlatılan ne varsa, bugün hala devam ediyor. 
Yanlışın ve acı verenin sonuçlarını bile bile yeniden oynuyoruz, doğruyu aramaktan uzak, aynı komediyi.

‘Nasılsın?’ Sorusunun cevabında samimi değiliz.
‘Anlıyorum seni’ derken umursamazlığın doruklarındayız.
En korkutucu olanı;
‘Seviyorum’ derken en pis yalancıyız.
Peki ya kelimelerin de ruhu olsaydı.
Değdiği dudaklardan, her yalanda kanlar akardı, 
yara içinde savrulurdu cümleler zamana.

Birinin kalbini mi kırdın?
İki güzel söz söyle, hayatına devam et.
Birinin hakkını mı gasp ettin?
En masum gerekçenin senaryosunu yaz.
İnanırsa ne ala!
Altı üstü kelime işte.
Al, süsle ve kullan.
Onları küçümsedikçe biz, bir yerlerden çıkıp her şeye sebep diye yazılıyorlar.
Neşenin de kelimeleri var, hayal kırıklıklarının da!

İşe yarar değilse ve merhametten uzaksa sözün, sus!
Susmanın erdemini hak eder mi vicdanın, düşün!
Masumiyetini ispatlamaz sessizliğin.
Hiç değilse kendine kanma. 
Süsleme yalanlarını, 
sus...

Her şey sonunda…

19-06-2017

Bazı filmleri izleyebilmem için yıllar geçmesi gerekiyor. Buna ben karar vermiyorum aslında. Kendiliğinden gelişen bir süreç tam izlemeye ve diyalogları duymaya ihtiyaç duyduğum anda o filmleri birer birer karşıma çıkarıyor.
2008 yılında çevrilen ve takip eden yıllarda Oscarları, birçok ödülü toplayan Slumdog Millionaire’i hatırlıyor musunuz? O filmin sevimli Jamal’ı Dev Patal, bugün henüz 27 yaşında olmasına rağmen, başarılı filmlerle yüzüne aşina olmamızı sağlıyor. Geçen akşam izlediğim bir filmde, oyunculuğunun ekrandan taşan enerjisine tanık oldum yeniden. 2011 yılının ABD ve Hindistan ortak yapımı ‘The Best Exotic Marigold Hotel’ Türkçeye ‘Marigold Oteli'nde Hayatımın Tatili’ diye çevrilmiş. Filmin samimi ve rengarenk dokusu, konusunda barındırdığı hüznü bile dağıtıyor. Genç insanların sanki hiç yaş almayacaklarmış gibi kendilerinden 40-50 yaş büyüklerin umutlarını küçümseyen hallerine anlamlı bir cevap bu film. 70 yaşına yaklaşan, birbirinden farklı, özel hikayeleri olan insanları bir araya getiren tatilde yaşanan değişimleri anlatıyor. John Madden’in yönettiği bu sıcacık filmin oyuncularını izlerken yaşlanma ve yaşlanınca yapayalnız kalma korkumu yendim. Asla hiçbir şey için geç kalınmadığını tüm yaşam öyküleri üzerinden anlatıyor senaryo. Ol Parker ve Deborah Moggach belki zaman zaman klişe bulabileceğiniz öğeleri senaryoya serpiştirmiş olsa da zaten tüm hayatımız klişeler gösterisinden ibaret değil mi?
Filmi bir kez daha izleme isteğimin nedeni, meşhur atasözünü paylaşmak istiyorum sizinle “Her şey sonunda yoluna girer, girmezse daha işin sonuna varmadık demektir.” Bunu söyleyen otelin heyecanlı ve azimli sahibi Sonny…
Filmde her göründüğü sahneyi güzelleştiren Judi Dench’in canlandırdığı Evelyn Greenslade ise tatilini günbegün anlattığı blogunda, kişisel gelişim kitaplarına rakip çok güzel cümleler yazıyor:
“Gerçek başarısızlık, denemekten vazgeçmektir. Başarının ölçüsü ise hayal kırıklığı ile nasıl baş ettiğimizdir çünkü hayal kırıklığını her zaman yaşarız.” 
“Değişime karşı çok yaşlı olduğumuzu hissettiğimiz için suçlanabilir miyiz ya da hayal kırıklığı korkusu ile yeniden başlayamadığımız için?” 
“Gelecek hakkında bildiğimiz tek şey farklı olacağıdır. Belki de korktuğumuz şey, geleceğin de aynı olmasıdır. Bu nedenle değişiklikleri kutlamalıyız.”
‘The Second Best Exotic Marigold Hotel’ ismiyle devam filmi 2015 yılında gösterime girdi. Bu kez senaryoda sadece Ol Parker imzası var ve kadroda Richard Gere… En kısa zamanda izlemeli!