22 Ağustos 2017 Salı

Kullanım Kolaylığı ve Estetik Bir Arada

Derin dondurucuların faydalarını anlatarak zamanınızı almayacağım, uzun süreli gıda depolama için başka bir seçeneğin olmadığını zaten biliyorsunuzdur. Henüz bilmiyorsanız da, bu yılki Kurban Bayramı’nda öğreneceksiniz zira etleriniz buzdolabı içerisinde en fazla bir hafta dayanacak! Yani ister et, isterse de diğer gıdalar için uzun süreli depolama yapmak istiyorsanız, bir derin dondurucu kullanmanız gerekiyor. Bu bakımdan iki seçeneğiniz var: yatay ve dikey derin dondurucu modelleri. Yatay olanlar bir sandığı andırıyor ve kapakları üst kısımda yer alıyor. Dikey olanlar ise aynı bir buzdolabı gibi: Kapakları ön kısımlarında bulunuyor ve (isminden de tahmin edebileceğiniz gibi) dik şekilde kullanılıyorlar. Ben, tercihimi dikey derin dondurucu modellerinden, hatta daha net söyleyecek olursak, UED 5170 DTK A++ modelinden yana kullandım.

                                                               

Neden derseniz, her şeyden önce Uğur Soğutma markası güven veriyor. 60 yılı aşkın bir süredir derin dondurucu üretiyorlar ve bu nedenle benzersiz bir uzmanlıkları bulunuyor. Unutmayın, bu cihazları on yıllar boyunca kullanmak için alıyorsunuz ve he sağlamlıkları, hem de servis ağlarının yaygınlığı önem taşıyor. Uğur Soğutma, her iki bakımdan da beklentilerimi fazlasıyla karşılıyor. Gelelim tasarıma: UED 5170 DTK A++, dikey bir derin dondurucu modeli. Ben bu tasarımı seviyorum zira kullanması daha pratik geliyor: Aynı bir buzdolabı gibi rahatça kullanabiliyor, hatta buzdolabının yanına koyarak uyumlu ve estetik bir görünüm elde edebiliyorsunuz (ben öyle yaptım, tavsiye ederim). 

UED 5170 DTK A++ yalnızca 46 kilo, yani kimseyi çağırmama gerek kalmadan bir köşeden diğerine kolayca taşıyabiliyorum. İç hacmi 170 litre, sadece benim değil, komşularımın gıdalarını bile depolamaya yetiyor! A ++ enerji sınıfında olduğu için, neredeyse hiç elektrik harcamıyor. En sevdiğim özelliği de, elektrik kesintilerinde bile içindekileri 15 saat boyunca korumaya devam edebilmesi oldu. Sık sık kesinti yaşanan bir yerde oturuyorsanız, emin olun bu özellik çok işinize yarayacak. Satın almak için https://satis.ugur.com.tr/item/ued-5170-dtk-a/100028 adresini kullanmanızı tavsiye ederim, peşin fiyatına 12 taksit yaptırarak kredi kartınızla alabiliyorsunuz. Geniş iç hacimli, dayanıklı, pratik ve uygun fiyatlı bir derin dondurucu arıyorsanız, UED 5170 DTK A++ modelini gönül rahatlığı ile tavsiye ediyorum.

                                     

Bir boomads advertorial içeriğidir.

16 Ağustos 2017 Çarşamba

Grönholm Metodu

“Antalya Uluslararası Tiyatro Festivali” kapsamında festivale katılan Ankara Devlet Tiyatrosu‘nun sahnelediği Grönholm Metodu’nu izledim Pazar günü. Oyunculukları, ışığı, dekoru ve tek perde olmasına rağmen ilk saniyeden sonuna kadar sürükleyen metni ile harika bir oyundu. Yalnız, benim canımı sıkan konuyu da söylemeden geçemeyeceğim; tabii bu benim fikrim ve haklılığım konusunda ısrar gibi bir hadsizlik yapmayacağım; diyaloglarda geçen argo kelimelerde ve küfürlerde kopan kahkahalar sinir bozucuydu. Seyircinin neye güldüğü, onun entelektüel kalitesi hakkında ipucu verir mi? Bilemiyorum belki evet belki hayır ama ben metinde geçen inceliklerin, zeka pırıltılarının peşindeyken sağdan soldan her küfürlü cümlede yükselen kahkahaları duydukça… 
Neyse, ne yapalım, ‘Halk, küfür duyunca kopuyor azizim’!

Grönholm Metodu, İspanyol oyun yazarı Jordi Galceran’ın bir eseri. Türkiye’de daha önce Semaver Kumpanya tarafından, Serkan Keskin yönetmenliğinde ve başrolünde de sahnelenmiş. Ankara Devlet Tiyatrosu oyuncuları, Cüneyt Mete, Deniz Gökçe Yersel, Ünsal Coşar ve Nur Yazar kusursuz ve temposu hiç düşmeyen sahici oyunculuklarıyla şahaneydiler. 

Beliz Coşar’ın ödüllü çevirisiyle başarısını taçlandıran ‘Grönholm Metodu’ Savaş Çolak’ın tasarladığı tek dekorda Sinan Pekinton yönetmenliğinde sahneleniyor.
Güneş batmak üzere, binaların ışıklı manzarasına sahip bir plazanın toplantı odası. Odanın ortasındaki büyük masada elindeki tableti ile vakit geçiren bir adam. Kapı açılır, içeriye heyecanlı genç bir kadın girer. Aralarındaki diyalogdan anlarız ki ikisi de bu önemli şirketin 'Satış Müdürlüğü' için adaydır ve bir süre sonra iki aday daha olduğunu öğrenirler. Dört adayın bir masanın etrafında, kendileriyle görüşecek kişiyi beklerken gelişen durumların tuhaflığını, biz de adaylarla birlikte yaşamaya başlarız. İş dünyası gerçekten de bu kadar acımasız olmak zorunda mıdır? 
İnsanların zaafları, ‘kendisi’ diye yansıttığı rolde ne kadar vücut bulur? 
İyi insan olabilmekle, iyi insan rolü yapabilmek arasındaki ince çizgide ‘güçlü kadın’ ya da ‘güçlü adam’ imajı çizmeye çalışmak ne kadar doğru ve sahicidir? Oyunun sürpriz sonunda tüm sorular cevaplanıyor ve biz de bu şahane oyunculukları ayakta alkışlıyoruz. 

‘Grönholm Metodu’ndan 2005 yılında uyarlanan, Arjantin , İspanya , İtalya ortak yapımı ‘The Method’ isimli bir film olduğunu öğrendim ve izlenecek filmler listeme ekledim. Bir de bu konunun benzeri olan 2009 yılına ait İngiltere yapımı ‘Exam’ isimli bir film daha varmış. Film forumlarında ‘Exam’ daha çok övülse de, ikisini de merak ediyorum. Ve tabii Antalya Devlet Tiyatrosu sahnesinde festival oyunlarını izlemeye devam, heyecanla…

​Söz mağduru

22-05-2017

“Bir kelime kararını, bir duygu hayatını, bir insan seni değiştirebilir.”Konfüçyus
Uğruna düşler kurup sevindiğimiz ya da gelişiyle derinden yara aldığımız ‘söz’ü: “Bir düşünceyi eksiksiz olarak anlatan kelime dizisi, lakırtı, kelam, laf, kavil” diye anlatmış sözlük. 
‘Bir düşünceyi eksiksiz anlatan kelime dizisi’… Düşünüyorum bu cümle üzerinde. Gerçekten de iki dudağımızın arasından çıkan cümleler, zihnimizde olanı eksiksiz anlatabilir mi? Hisler de eklenince kelimelerin tonuna, anlam maksadını aşar mı? 

Söyleyenin sakınmadığı söz, hüznünden bile esirgediğini kırabilir, kim bilir? Dağılan kalbin parçaları etrafa yayılınca, sessizliğe sığınır karşılıklı iki ruh. Kayıp giden zamanı telafi etsin diye susar tüm kelimeler. Dayanamaz biri ilk sözü söyler ve işte o kaybetmekten korkandır. Oysa sözler iletişim kurabilmenin en kolay yoludur ama doğru kullanılmadığında, özenle inşa edilen her ne varsa yıkıp darmadağın edebilir. 

Bir de öylesine, an’ı kurtarmak için söylenen boş sözler vardır düşünmeden dilden doğan. Atmosferde kapladığı yeri ziyan eden bu sözlere inanan saf yüreklere çok yazık. ‘Söz’ ü ‘söz’ bilip inanırlar hatta. Sonra da vaadini tutmayanların merhametsizliğinden yine ufacık bir umut, yeni bir ‘söz’ bekler üstelik, kalbi kırık, söz mağduru.

Kırık kalbini kendi kendine onaran, duyduğuna şaşkın ve duyamadıklarına hasret, bekler. Kitapları sayfalarca süsleyen mucizevi satırlar iyileştirir bu mağdurun ruhunu. Yazabilirse o da dener ama içinde ısrarcı bir ses: “Yazma, konuş, susma…” dedikçe susmak en zorudur. Silmek isterken hafızasından detayları, dilinin ucunda yanıp tutuşan ‘söz’ler daha da kanatır yarasını. Buna rağmen bilir ki duyduğu her kelimenin mimarı biraz da kendisidir. Çünkü izin vermiştir her cümlenin biperva çarpmasına gönlünün duvarlarına. 

İki ruhun sözleri başlayınca dökülmeye zihinden, haklı olmanın yarışından uzak olmalı ki sevgi ve huzur kalsın izlerinden geriye. Bu kadar basit aslında.

​Bana siyahını anlat

20-05-2017

“Umut her daim vardır.” demiş Socrates. Nefes almaya devam ettiğimiz sürece her durumun kurtarıcısı bu büyük his değil midir? En çaresiz anda bile gösterir kendini, ne güzeldir. Belki biz hep kötüyü, olumsuzu görmeye alışkın olduğumuzdan onun varlığını geç fark ederiz ama o hep oradadır. 

“Bana siyahını anlat, seni bembeyaz bahçende gezdireyim.” dese bir dost ve dualiteyi tüm çıplaklığıyla önünüze serse, hangisini seçersiniz? İyimserliği mi, kötümser kalmayı mı? Kötümser kalmak hiçbir şeyi kendiliğinden toz pembe yıldızlarla süslemez. Oysa iyimser kalmayı başarabilince, ruh düşünceye uyum sağlar ve hisler güzelleşir. Belki de dualite yok edilmelidir, kim bilir. Tabii ki her şeyin bir zıttı olduğuna inanmak da bir seçimdir. Bazen iyi bazen kötülerle karşılaşırız hayatta, doğru ama … Ya o karşılaştığımız her anın iyi ya da kötü olduğuna karar vermek yerine, olduğu gibi kabul etsek neler olur?

Hayata hep olumsuz tarafından bakmayı kendine görev edinmiş biri, dert dediğini kendinden çıkıp anlatsa ve bambaşka bir gözle görse, değişecek her şey. Çünkü onun hüzün sebebi bir başkasının şükrettiği olabilir. Yine de her kişi biricik yaşar acısını, sevincini. Sanır ki en büyük acı onda ve sonsuza kadar sürecek. Böyle zamanlarda siyahı ve beyazı ayırmak yerine, olduğu gibi tüm renkleri kabul etmeyi öğrenmeli. Zaman zaman şöyle bir his, sizin benliğinizi de kaplamaz mı: Sanki siyahların içinde, bizi olması gereken en gerçek ve mükemmel an’a taşıyan bir sihir var gibidir. Sebepli sebepsiz ağlamak, ardından gelecek gülüşleri müjdeler. İşte tam o anlarda tüm renkler birleşir. Dualitenin zihindeki egemenliğini kırar ufacık bir umut, başka bir ses, yeni bir bakış… Hüzün ile neşe birleşir, iyi ile kötü kaynaşır, sıcak ve soğuk dokunur tene, yakmadan, üşütmeden…
Her şey zıddıyla var olduğunu bize anlatmaya çalışsa da, doğanın tam kalbinde yaşanan kabulleniş bambaşkadır. Kavgası yoktur ağacın geçmişiyle, düşüyle. O sadece vardır, duruşuyla şereflendirir zamanı. Biz insanoğlu ise; hep daha fazlasının peşinde…
Bundandır siyahınızı anlatınca, dinleyenin size beyazı kolaylıkla sunması. Çünkü şifa derdin kaynağında gizlidir ve aynı bakışta ısrarlıysa zihin, çaresi için yönünü değiştirmesi yeter. Güzellik, gören gözün niyetindedir, olduğu gibi saf ve sade…

​Müzeler haftasındayız

19-05-2017

18-24 Mayıs tarihleri bildiğiniz gibi ülkemizde ve dünyada her yıl ‘Müzeler Haftası’ olarak kabul edilir. Etkinlikler, sergiler, konferanslar … 
Var mı gezmeyi planladığınız yerler?
Mesela ben Antalya’da gezdiğim müzeleri yeniden gezebilirim ya da ihmal ettiklerim kaldıysa onları ziyaret edebilirim. 

Geçmişi bugüne saklama niyetiyle, tarihin tozlu ve puslu sayfalarını korumuş yıllardır insanoğlu. Hep merak ederim bugünden 500-1000 sene sonra bizim şu an yeni dediğimiz hangi eşyalarımız, belgelerimiz müzelerde birer eser olarak korunacak?

1997 ya da 1998 yılıydı, İstanbul’da eski Darphane binasında ‘Cumhuriyet Aile Albümleri Sergisi’ni gezerken, duvardaki yuvarlak kesitlerden başımızı uzatıp bakınca, çeşitli eski fotoğraflar, belgeler görüyorduk. Bu kesitleri sırayla gezerken bir tanesine sıra geldiğinde karşımıza çıkan kendi yüzümüzdü. Ayna vardı baktığımız yuvarlak kesitin içinde. Tarihin satır aralarında geçmişi izlerken birdenbire insanın kendi yüzüyle karşılaşması, ölümlü ve aciz varlığını hatırlayıp “Bir gün ben de bir isim ya da bir fotoğraftan ibaret kalacağım.” diye düşünmesine neden oluyor. Unutamadığım sergilerden biridir ‘Cumhuriyet Aile Albümleri Sergisi’. Siyah beyaz fotoğraflarda bir zamanlar, seven, üzülen, hayaller kuran insanların yüzlerine bakıp onların seslerini, konuşmalarını ve tavırlarını hayal etmeye çalışmak… 

İz bırakabilmek yarına esas olan ama sıradan yaşamanın da gelecek nesiller için tarihi eserler üretebileceği bilincinde olarak. Yazar, ressam, şair, heykeltıraş, müzisyen, oyuncu ya da mimar değilse bir ölümlü, hiçbir eser bırakamaz mı yarına? Kitaplarına çok iyi bakmışsa, günlük yazdıysa, kendince iyi bir arşivci ya da koleksiyonerse… Müzelerde bazen karşımıza çıkmıyor mu, yüzyıllarca korunan gündelik ev eşyaları? Hayatın her anını bir sanat eseri üretiyormuş gibi yaşarsak bir gün müzede değer görmeyeceğimizi kim söyleyebilir? Her şeyin müzesi olabilir. Bizim hayal bile edemeyeceğimiz binlerce yıl sonra şu an masanızda baktığınız ufacık bir kalem bile sergilenebilir. Cilalı Taş Devri’nde elindeki taştan kesici aletler yapan biri, yıllar sonra bunlardan birinin müzede sergilenen bir eser olabileceğini düşünür müydü? Sanırım bu olasılıkları ben çok fazla düşünüyorum. O aynada yüzümü gördüğüm gün başladı sorular. Boşuna yaşamamalı, etrafımızdaki her şey birer sanat eseri gibi ışıldarken.
….
Ben sorularımla zihnimi yorarken siz de bu arada Antalya Müzesi’nin web sitesinden Müzeler Haftası’na ait etkinlikleri takip edebilirsiniz.

​Google Türkiye çok tatlı

18-05-2017

Daha iki gün önce Google ile sıkı ilişkimi anlatmıştım size ve ertesi gün Google Türkiye ile tanıştım. Çarşamba günü yağmurlu ama sıcacık bir Antalya sabahında... 
Akra Barut’un büyüleyici manzarasında Google Türkiye Kurumsal İletişim Müdürü Özlem Öz’ün samimi sunumu çok keyifliydi. Daha önce fark etmediğim google ürünlerini öğrendim. 
Aslında yakın zamanda keşfettiğim, en sevdiğim Google kolaylığı, Drive üzerinden Google Dokümanlarda sesle yazı yazabilmek. Röportajların deşifresini yaparken o kadar çok hoşuma gidiyor ki! Sesli yazma kolaylığı bana şiirlerini sesiyle kayda alan şairleri anımsatıyor. Tavsiye ederim, yazılarınız ya da deşifreleriniz için rahatlıkla kullanabilirsiniz. 
Yeni öğrendiğim ürünlerden biri de; ‘Google Sesli Arama’. Parmaklarınız meşgulken sesinizle Google sizin için aramayı gerçekleştiriyor ve ekrana gelen bilgiler içinden seçebiliyorsunuz.
‘Google Görüntülü Çeviri’ ise size 100’den fazla dil üzerinden dilediğinizi seçip istediğiniz kelimenin çevirisini yapıyor. Ayrıca her defasında internete girip çıkmanıza gerek kalmadan uygulamayı telefonunuza indirebiliyorsunuz. Fotoğrafın üzerine gelip Türkçe’ye çevir demeniz yeterli, internetiniz olmasa bile… Restorandaki yemek menüsünde zorlandığınız kelimeler için süper bir uygulama. 
İlginç bir bilgi daha: 
‘Google Fotoğraflar’a depoladığınız fotoğraflardan birini bulmak isterseniz, sadece o fotoğrafta hatırladığınız nesnenin ismini ara simgesine yazdığınızda, size içinde o isme ait tüm fotoğrafları buluyor. Mesela kedinizin fotoğrafına bakmak istiyorsanız, minik büyütece ‘kedi’ yazın ve minnoşun bütün fotoğrafları karşınıza gelsin. 
‘Google Arama Trendleri’ de bundan sonra sıklıkla kullanacağım bir ekran olacak benim için. Anlık değişebilen oranlarla, size o an Türkiye’de ya da Dünyanın herhangi bir yerinde en çok aranan kelimeleri gösteriyor. İsterseniz iki kelime arasında karşılaştırma da yapabiliyorsunuz. Hangi zamanda, hangi kelime daha çok aranmış görebiliyorsunuz. 

Teknolojinin en huysuz kullanıcılarından biri olsam da, sağladığı kolaylıkları seviyorum. Huysuzluğum, tembelliğe alışan ve zaaflarına yenik düşenlerin alışkanlıklarıyla ilgili… Yine de onu en doğru şekliyle kullanabilmek de ayrı bir disiplin ve beceri gerektiriyor. Ayrıca doğru ve kaliteli bilgiye ulaşabilmek için ‘Google’ ın yakında şahane projeleri var kullanıcılar için. Bilgilerin sahiciliğiyle ilgili onay veren kaynak bilgilerini artık arama esnasında görebilecekmişiz. Her gün milyarlarca soruyla karşılaşan Google’ın güvenilirliği kullanıcıların okuma alışkanlığı ve seçiciliğiyle de orantılı. Bu nedenle Özlem Öz’ün özellikle belirttiği şu konu çok önemli: “Biz internet dünyasına ne kadar çok kaliteli ve gerçek içeriklerle Türkçe veri girişi yaparsak, arandığında bilinirliğimiz o oranda artar.” Tahmin ettiğiniz gibi özgün olmak, olabilmek en önemli kıstas. Çok tıklanmaktan öte, içeriğin kalitesi önemli. Copy Paste kolaycılığı, vasatlığını her mecrada belli eder. Dolayısıyla, yorulmadan, çalışmadan ve üretmeden, sanal dünyada da başarıya ulaşmak mümkün değil. 
İyi ki tanıştık Google Türkiye ile. Öğrendikçe sorular çoğalsa da, bu sonsuz bilgi kaynağını kullanabilmenin yol haritasını çözebilmek çok eğlenceli.

​Wikipedia gidince

17-05-2017

Wikipedia gitti, copy paste kolaycıları çaresiz ama ben de üzgünüm. Çünkü eksik ya da hatalı da olsa oradan bir şeyler öğrenebiliyordum. Google sağolsun kendisine ne sorarsam sorayım, ilk adres olarak beni hemen Wikipedi’ya yönlendiriyor da bilmiyor ki bize yasak. Bu durumda hemen en yakın kütüphaneye gidip araştırma, inceleme çalışmalarına başlamalı. Peki alıştığımız bu hız? Güncellik? Bol bol biyografi kitabı alıp okumalı ya da…

Gerçekten merak ediyorum, sizin internette Wikipedia yerine alternatif kaynaklarınız var mı? Sakın bana sözlükleri önermeyin, sevmiyorum. Ekşisi, tatlısı, onediosu… Sevimsiz ve sinir bozucu.
Wikipedia’da, Türkçe ismiyle Vikipedi’de hatalı bulunan bilgilerin düzeltilmesi için uyarı ve düzeltme yapabilme imkanı vardı. Ayrıca her yazının sonundaki kaynakça bilgileri daha önce fark etmediğim kitapları öğrenmemi sağlıyordu. Neyse…
Wikipedia’ya yerine internette hangi web sitelerinden bilgi alabiliriz diye Google’da araştırınca onlarca farklı site ismi çıktı karşıma. Sevemedim yine hiçbirini. Çok iyi İngilizce bilseydim keşke…
İngilizce kaynak daha çok ama ben Türkçe, güvenilir ve bize ait, bizim kalemimizden hazırlanan bilgilere ulaşmak istiyorum. Wikipedia’nın gidişinin en güzel yanı okumak için kendime daha çok vakit yaratabilme çabam olacak. Eskiden, ansiklopedilerin sayfalarında kaybolmaya bayılırdım. Alfabetik sırayla giden her başlığı okumaktan bıkmaz, yorulmaz, kedi merakıyla ciltten cilde geçerdim. Demek ki neymiş, en güzeli ve doğrusu kaynağın kendisine başvurmakmış. 

Dünkü yazımda aldığım yeni kararları uygulamanın tam vakti o halde: ‘İnternetten uzak, kitaplarla baş başa kalmak.’ Bunun için en güzel adresimi biliyorsunuz. Size geçen haftalarda gururla bahsettiğim Octopus Book Cafe! Sabah kahvaltıda, akşam kahve içimlerinde, ben genellikle hep oradayım. Yakında notebookumu da yanımda taşıyacağım. O kadar da kaçamayacağım teknolojiden, mecburen. Bu arada Octopus Book Cafe’nin etkinliklerini kaçırmamanız için onları İnstagram ve Twitter’dan takip etmeyi unutmayın. Paylaşımları o kadar tatlı ve ilham verici ki… Yeni bir duyuruları da var; ‘Octopus Dergi’ için çalışmalara başladılar. Sizin de deneme, öykü, şiir türünde yazılarınız varsa onlara ulaştırabilirsiniz. Kalitesi ve samimiyetiyle Antalya’nın en büyük eksiklerinden birini tamamladıkları için bir kez daha tüm ekibe teşekkür ediyorum. Eminim hayalini kurdukları projeleri hayata geçirdiklerinde, Antalya’da onları tanımayan kalmayacak. Gizli Bahçe ve Teras var ya… Çok güzel çok. 
Alın kitaplarınızı, defterlerinizi yanınıza sakin sakin okuyun, yazın ya da derslerinizi çalışın orada. Kahvesi, çayı, tatlıları, sandviçleri süper. Wikipedia’yı unutturur size raflardaki kitaplar. Bütçeniz de hazırsa, insanın kendine en güzel hediyesi kitap değil midir zaten?

​Gözlerini meşgul etmese…

16-05-2017

Uyanır uyanmaz uykudan, aynanın dürüstlüğüne üzülen ruh, hissini gözlere bırakıp içine kapanır. Gece başlamadan güne dair hazırladığı planını anımsar, vakti gelmiştir çok çalışmanın. Biraz daha internet mi? Şu yapışkan tembellik! Dakikalar geçer, instagram, twitter, keşfet sayfaları, ayıp olmasın diye kırmızı kalpler bırakılan selfieler, gazeteler, mesajlar…
Kahvaltı sessiz olmaz, televizyona yaklaşır eli, eline gözleri. O da ne? Ojelerin değişmesi lazım(mış). Son kaldığı kanalda güzel bir film. Onu izlerken, kahvaltı sonrası rutin işleri aksatmamalı. Hemen yola çıkmalı, adres yorsa da yolcuyu…
***
Gözlerini nelerle meşgul ediyor insanlar bugünlerde? İnternet her yerde, daha çok öğrenmekle, daha çok vakit öldürmek arasında yorgun bir sarkaç misali gidip geliyoruz. 
Okunmayı bekleyen kitaplar, gezip görülmeyi bekleyen yerler var. Doğru ya kaçmıyor hiçbiri. Biraz daha internet, biraz daha, biraz daha…
Gezip gördükçe paylaşmamak da olmaz. Yine aynı kısır döngü! 
***
Kendime sitemimi tüm internet sevenlere yansıtamam tabii ki! O halde tamamen kendime sitem olsun bu yazı. 
Ne büyük yanılgı, daha vakit var diye ertelemek her şeyi. Sürüp gidene alışıp daha iyisine adım atmaktan kaçmak ne büyük korkaklık. Bildiğim oda, dokunduğum klavye, aynı pencere, tanıdık yokluk…
***
Saçma sapan görsellerin sığlığında zihnimi kirletmeyi reddediyor, 90’lı yılların huzurlu sessizliğine sığınmak istiyorum, sığınıyorum. Sanki masamda o notebook yokmuş gibi. Elimde o cep telefonu sadece arayıp aranmakla görevliymiş gibi. Kaleme, kağıda hayran kelimelerle sarmaş dolaş geçecek gecelerin düşündeyim. Parlak ekran ışıklarının, üç ayrı göz damlası ve bir vitaminle ödüllendirdiği bağlılığımı sonlandırma niyetindeyim. Çekilin gözümün önünden artık. Zaten gözlük takmak zorunluymuş. Yüzümde başka iz istemiyorum. Gözlerimi meşgul etmeyiniz, rica ediyorum ve kaçıyorum işte, anlayınız.
***
Göz bebeğimde yansımasını istediğim ve kavuşunca doyamadığım manzaralarım var benim. Geçen saatlerin hükmünü kaybettiği, hayatın en saf haline tanık olduğum…
Gözlerimin meşguliyeti, zamanı durduran o anlarla kıymetli, biraz yeşil, biraz mavi…

Her umuda bir şiir

13-05-2017

“Uzanıp kendi yanaklarımdan öpüyorum.”Turgut Uyar
Umudu en iyi ne anlatır? Bin türlü yakınmanın dile geldiği sohbetlerde son sözlere sığdırılanlar mı? Susup bir bakışta yüze işlenenler mi nakış nakış? Ölümden gayrı canın her dileğinde bekleyenler mi? 
***
Yaşar da bilmez insan, umut tam derdinin içindedir. Anlatırken bile duymaz. Sonra önce siteme ve ardından duaya sığınır ama…
Umudu en güzel şairler anlatır.
“Halbuki korkulacak hiçbir şey yoktu ortalıkta Her şey naylondandı o kadar “
Bundandır, kalbi avcunda yaşayanların başucunda bir şiir kitabı bulundurması ya da ezberinde hep bir dörtlük. 
Efkarlanınca sigarasından önce şairi anar dolunaya karşı, umutla.

“Evet kimsesizdik ama umudumuz vardı “
Çoğu zaman geriye dönüp bakınca fark ederim. Günlere, aylara dağılan hüzünlerin bir sayfada toplanıp kendini anlatması gerçek sanattır işte. Olan biten her şeyin sıcaklığı henüz tazeyken hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. Zaman alışkanlık virüsünü bulaştırır da her şey bir hikaye gibi anlatılıp geçince, yine şiir çıkar gelir:

“Hiçbir şey umurumda değil diyorum 
Aşktan ve umuttan başka “
Öyle işte. Bu kadar basit. 
Aşktan ve umuttan başka ne önemli olabilir? Umut zaten her şeyin içinde değil mi?
Her şeyin? 
Hasta olmamanın, emeğinin karşılığını alabilmenin, adalete kavuşabilmenin…
‘Aşk’ da yanında tek gerçek yoldaşı. 
Olmazsa olmazı
“Ama ne varsa geyikli gecede idi
Bir bilseniz avuçlarınız terlerdi heyecandan
Bir bakıyorduk akşam oluyordu kaldırımlarda”
****
‘Geyikli Gece’ şiirini hatırlattı bir dost ve son satırda çocukluğuma gittim aniden, hatırladım ilk okuduğum an’ı. Uzanıp kendi yanaklarından öpebilmenin, merhametini en çok kendine sunabilmenin huzurunu anımsadım. Sonra Turgut Uyar şiirlerine ayırmak istedim tüm günümü ve gecemi.
“Senin bu ellerinde ne var bilmiyorum, göğe bakalım
Tuttukça güçleniyorum kalabalık oluyorum”
Şiir şifadır. 
Ruhu esirgememeli dizelerden.

​Kelimelerin gücü

12-05-2017

Takılınca kalıyor günlerce bazı şarkılar. Tekrarda, çalıyor, çalıyor… Ruh halime göre değişiyor haftada bir. Sabah ayrı, gece ayrı bazen. Mesela hiç aklımda yokken 19 saat süreyle Müslüm Gürses’den ‘Kalbim’ i dinliyorum. Sonra, her ne kadar yıllardır dinlemeyi bıraksam da Sezen Aksu şarkılarıyla saatlerce yazıyorum. Son albümünde bir şarkı var; en sevdiğim sözü:
“Bir hayra açın ağzınızı kelimelerin gücü var”
Kelimelerin gücünü farkında olmadan konuşan dedikoduculara sesleniyor, haklı da. Onlar, komşusunun, akrabasının, arkadaşının hatta en yakınlarının bile hayatında söz sahibi olduğunu sanıp konuşur, yargılar hükümler verirler. Bu insanlar her yerde karşımıza çıkabilir. Ya pat diye insanın yüzüne söylerler ya da kapalı kapılar ardında kulak çınlatırlar. En huzurlu anında insanın, kara bulutları misafir ederler. Diyelim ki umutlu bir ruh halinde, neşenizi paylaşmak istersiniz ama o çok bilmiş hemen gamlı baykuşa dönüşüp her hissi kursağınızda bırakır.
‘İyiyi düşün, iyi olsun’ demek kadar basit aslında ‘İyi konuş, iyi hissettir’ e inanmak, uygulamak ve başarabilmek. Çok düşünmeden, bir anlık ağzımızdan çıkan kelimelerin, tek bir kelimenin neleri değiştirebileceğini farkına varsak, kelebek etkisi gibi dokunduğu her ruhta ve her hayatta bıraktığı izlerin güzele, iyiye dönüşmesi için daha çok çaba sarf ederdik. Bunun için kendini gizlemeye meylediyor hassas insanlar. Çünkü her düşünceyi tüm çıplaklığıyla söylemek, karşı tarafın hazır olmadığı ya da henüz kabullenmediği kendi gerçeğini yaralayabilir. Yaşayamadıklarının başka hayatlardaki varlığı, kelimelerini sertleştirir fesat insanların. Aslında isterse yaşama imkanı vardır ama o olasılıkları görebilecek kadar saf ve şeffaf bakamaz ki! Kendine bile acımasızdır ve olumsuzluk tek düsturudur. 
Kelimelerin iyi ya da kötü mutlak bir gücü var. En fenası da içimizde konuşan o sesin, kendimize söylediğimiz yalanların inandırıcılığındaki şüphesiz gücüdür bana göre. Saniyede milyon düşüncede gezer ışık hızıyla ve susmaz sınırsız kelimeleriyle. Öz güveni yıkan, korkuları besleyen, hüzne düşüren, kuruntuları canlandıran ve kalp kıran hatta olmadık sevdalanmalarda kalp yakan o sesin kelimeleri…
Zaten o hiç susmazken bir de izinsiz gelip zihnimize yerleşenlerden uzak durmalı. Bu parazitleri duymamak bizim kararımız. Elbet etkiler ama bu etkinin sürmesine izin vermemek gerekir. Kim ne söylerse söylesin, hayra açamadığı ağızlarını kendi neşeleri sustursun da, mutlu insan olup karışmasınlar kimsenin hayatına.

​Midas'ın kulakları

11-05-2017

Babam hikayeler anlatırdı kardeşime ve bana. Hiç unutmadığım iki hikaye vardı: biri ‘Midas’ın Kulakları’, diğeri de ‘Usta Ezer’ … 
Her doğum günümüzde sesimizi kayda alırdı. Kardeşimin ve benim aramızda 2 yıl, 1 gün olduğu için yıllarca aynı gün kutladık yeni yaşlarımızı. Hâlâ denk geldiğinde beraber kutlarız. O yılların hatıraları kasetlerde ve fotoğraflarda saklı kalsa da, bitmeyen bir hasrete alışmak, her güne yarım başlamanın hüznünü silmiyor. 
Şimdi anıları saklamak daha kolay. Bir fotoğraf karesinde nasıl çıktığımızı görebilmek için günlerce beklerdik. 36 pozdan fazlası masrafa girerdi. Çok isterdim babamın bugünleri görmesini ve ona anlatabilmeyi, her şeyi…
Çünkü, içimde çınlayan seslerim var benim de: 
‘Midas’ın Kulakları….’ diye bağırmak istiyorum ama…
Dostluğu korumak için sustuklarım, kimse kırılmasın diye unutmaya çalıştıklarım…
Bazen şöyle bir şey oluyor: Karşımda, o an’ın mevcut konusuna giriş yapan biri, sadece kendini anlatıyor. Aslında anlatmaya çalıştığı ondan bağımsız bir konu ama o kadar çok ‘kendisi’ var ki kelimelerinde. Kurduğu her cümlenin özeti ‘ona göre’. Soruyorum içimden: Peki ya bahsettiğin tarafın dünyası senden daha donanımlı ve derinse, tek bir bakışla nasıl eminsin haklı olduğuna? Haklılığını zemin aldığın her düşünce ve yargı kime göre? Yine sen ve senin dünyan. İşte o zaman ben de Midas’ın berberi gibi bir çukur kazıp haykırmak istiyorum sustuklarımı. 
Babamı anıyorum hikayelere kaçışlarımda. Annemden de her gece Külkedisi’ni dinlemeden uyumazdım. Onun için beklentim büyük aşktan. Yazık bana. 
İyi ki var çocukluk anıları ve iyi ki var en biricik tanığı kardeşim. Ve o şimdi benim babam, gururum, her şeyim. 
İyi ki doğmuş.

​Eser hırsızlığı

10-05-2017

İnternet ortamında okuduğunuz her satırın, yazana ait olduğunu düşünmeyin. İçinize o an paylaşmak isteği doğarsa, ne olur önce bir araştırın. 
Daha önce de bahsetmiştim, ‘edebiyat dergisi’ sıfatıyla ortalıkta gezen saman kağıtlarındaki bazı yazıların bile sahipleri başka. Bu dergilerin içerikleri internet üzerinden hazırlandığı sürece ve hatalı basılıp yayımlanmaya devam ettikçe günbegün gözden düşmeye mahkumlar. 
Bir de şiir yayınlayan bazı web sitelerinin, bu konudaki benzer aymazlığı sinirlendiriyor beni. Onlarca şiirini(!) yayınladıkları isimlerin dürüstlüğüne gözü kapalı inanıyorlar ya da biz onları masum sanıyoruz. Çünkü önemli olan tıklanma sayısı! Kim ne yazmış, nereden çalmış… Umursamıyorlar.
Başkasının kelimelerini alıp kendince yeni kelimeler ekleyerek şiir yazdığını savunan insanların o hallerini hayal ediyorum: 
“Ne yazsam acaba diye düşünen kelime hırsızı aynı zamanda his hırsızı olduğundan habersiz, Google’a sorduğu soruların mecralarında şuursuzca gezmekteydi. İşte aradığını bulmuştu, uzun ve imgelerle dolu bir şiir. Özenle kopyalayıp bembeyaz word sayfasına yapıştırdı. Pek de emek harcamıştı canım bunu yaparken, ara, bul ve yapıştır. Öyle kolay iş mi? En zor kısmı asıl bundan sonra başlamaktaydı. Güzelim şiirin aralarına kendi sığ kelimelerini eklemeliydi. En az on saniye düşünmüştü yeni kelimeler için. Bilakis uzun uzun ve derin düşünmek hiç de ona göre bir şey değildi. Ne var yani on dakikayı bile geçmedi ve hazırdı kendince eser dediği… Hemen, bir parçası olduğuna sevindiği web sitesine gönderdi yazısını! Onlar da altına not düştüler: Bu şiirin telif hakkı şairine aittir.” 
Hayalimde gereksizce ve fütursuzca canlanan eser hırsızına öfkelenmem neleri değiştiriyor? Hiçbir şeyi! Nasıl bir düşünce yapısı, başkasının kelimelerini kendine aitmiş gibi sunmak ister? On dakikada yama yaptığı kelimelerle, yeniden yazıp yayınladığı eserin, kaç yılın hislerinden süzülüp geldiğini tahayyül edebiliyor mu acaba? O kadar basit mi? Eserin esas sahibi kim bilir kaç gecenin gözyaşlarını, sevinçlerini, düşlerini sığdırdı o dizelere. 
Biraz incelik ve sözde değil, gerçek ahlak hepimizin ihtiyacı ama…

​Alıştığınız güzellik

08-05-2017

”Güzellik, her yerde aranan bir konuktur.” 
Wolfgang Van Goethe

Güzellik
Aranır, bulunur, alışılır ve unutulur. 
‘Sözde güzellik’ vardır: Kelimelerin gücünden yararlanmak için söz söyleme becerisi gerektirir. Duyan bilir, büyüler ve nadiren inandırıcılığı sürer. Zamana asılı kaldığı yer ile tavırlardaki hükmü birbirine uymazsa ziyan olur gider. İşte o zaman sözdeki güzellik, gerçekten sözde, öylesine güzellik olarak bir hayal kırıklığı abidesi gibi görkemiyle kurulur günlerin geçmişine. Bildiğimiz, dünlerin acı hatırası olur.
Güzellik
Söz edilir, süslenir, abartılır ve yarıştırılır.
‘Gözde güzellik’ vardır: Bakanın görme, görebilme alışkanlığından doğar. Güzel bakar, güzel görür çoğunun dudak büktüğünü, o saf niyettedir. Yargılardan ve kendinden uzak bakar güzel görebilen. Bazen fena aldanır çünkü gördüğü zaman zaman dışı boyalı içi paslı bir ruhun suretidir.
Güzellik
Aşık eder, özlenir, sahiplenilir ve kanıksanır.
En hüzünlüsü budur.
Binlerce hissin anavatanı olan gönül, güzel bildiği her şeye alışır, onların hayatında değiştirdiği tüm olumlu durumları kanıksar. Kıymet bilmeyi es geçer. 
Nasıl olsa elinin altındadır artık:
Güzel bir kitap
Duvarındadır, hep aynı yerde:
Güzel bir tablo
Bir telefon uzağındadır:
Güzel bir ses
Manzarasıdır, bakmayı unutur:
Güzel bir ağaç
Rüyasından çıkıp yamacına kıvrılmıştır:
Güzel sevgili
Güzellik, aynada, duada, ay ışığında…
Görmek istenendir güzellik, 
gördükçe, 
yaklaşıp dokundukça izleri değersizleştirilendir.
Oysa varmak istediği menzilde tüm hikayesinin özündedir ve
duymaz, görmez, göremez.
Alışkanlık kötü bir davranış biçimidir.
Yok olmalıdır insan hallerinden.
Her bakışta aynı tutkuyu yaşayabilen, yaşatabilen ne güzeldir.

​İhtimaller zamanı

06-05-2017

Siz de hissediyor musunuz zaman zaman “Şu an burada bulunmamın bir anlamı var” diye içinizden konuşuyor musunuz kendinizle? 
Bugünlerde ben sıklıkla böyle hissediyorum.
Size ait bir parçanın, aradan geçen tüm zamana inat, bir gün sizi yeniden bulacağına inandınız mı hiç? Hiç kaybetmedim inancımı ve bulduk da birbirimizi. 
Sonra bir kez daha emin oldum ki: “Hayatımız sürerken, her an bir yerde bulunmamızın kıymetli bir anlamı var.”
Yüz kez geçtiğim sokaklarda binlerce düşüncenin esiriyken başka bir gün prensesler gibi süzülebilirim. Aynada aksimi süsleyen küpelerimin hüzünlü hatırası, yeni bir bakışla tazelenip güzelleşebilir.
Daha bir sene önce Hıdırellez’de denize emanet ettiğim dualarımın mucizesini beklerken, şimdi tam da onları yaşayabilirim. Hatta bu yıl Hıdırellez için dilekten çok şükürlerimi sunabilirim. Belki de budur esas olan, sahip olduklarında geçmiş dualarını görebilmektir. Çünkü hep daha fazlasını istemeye alıştırılıyoruz. 
‘Üretme tüket’ devrinin mağdurlarıyız. 
Etrafımda sürekli olumsuzluklara odaklanan sevdiklerime kendimi anlatıp “Ben de böyleydim ama bak, başka bir yolu var iyi hissetmenin” diye anlatabilirim. İkna edebilir miyim bilmiyorum ama denerim. 
Bana sunduğu etiketlerle hatalarına bahane arayanları, kendi haline bırakabilirim. Bu insanların etiket tarifleri de hep kendi çıkarlarına göre değişir. Ve eminim onların da öğrenmesi gereken ders, bu davranış biçiminin kendi hayatına sundukları olacaktır. Çünkü yanlış ve doğrunun bir arada bulunmasının da bir anlamı vardır. Her birimizin bir diğerinden aldığı dersin önemi, fark edildiği ölçüde değer kazanır. Mesela adam kalbimi kırmış ama haberi yok ya da ben okuyamamışım onun sözlerinin ardını ve yargılarımla boğuşurken kaçırmışız zamanı. Oysa her bir ‘an’ a borçluyuz. Anların saflığını, her şeyden uzak, her ihtimale yakın halini bir görebilsek…
Mevsim yeniliyor kendini. Önümüz yaz, bekliyoruz. Sustuklarımızın çiçekler gibi tomurcuklanıp dünyayı değiştirme gücünü küçümsememeli. Sabırla demlenen hayaller iz bırakmak için bekliyorsa, bırakın gerçekleşsinler. Ufacık bir iz için bile olsa, aklınızdan geçen, gönlünüze düşen her neyse, ertelemeyin, hareketsiz kalmayın. Boşuna değil hiçbir inanç ve buluşma. Her an, bir yerde bulunmamızın mutlaka kıymetli bir anlamı var.

​Tiyatro seyircisi olabilmek

 05-05-2017

Son aylarda Antalya tiyatrolarında keyifle birçok oyun izledim. Seyirci koltuklarından sahneye uzanan yüzlerce bakışa tanık oldum. Aynı anda gülümsemenin, duygulanmanın ve ayakta alkışlarken çoğalan gururun hazzını yaşadım. Yeni sezonu heyecanla beklerken söylemek isteyip de sustuklarım var:
*Afişin üzerinde +13 yazdığı halde, 10 yaşın altındaki çocukları bile oyuna ısrarla getiren ebeveynlere rastladım.
*Yaşına uygun olmayan diyalogları duyan çocukların, oyun çıkışında birbirlerine aynı sözleri söyleyip bu durumu kavga sebebi gibi algılamalarını gördüm.
*En önde oturan iki kişinin oyun sırasında konuştuğunu hatta kıkırdadığını duydum. Biri konuşurken, diğeri cep telefonuyla oynadı. En önde… İlk 20 dakika sonra da yerlerinden kalkıp gittiler, üstelik oyun sürerken, sahnede oyuncular varken…
*Yine en ön sırada, yanımda oturan bir genç kız, ikide bir cep telefonuna baktı ve çantasından çıkardığı yiyecekleri oldukça sesli bir şekilde yedi, sinirlendim, sabrettim.
*İlçe tiyatrolarında oyunun başlama saatinden sonra salona girişlerde esneklik sağlandığı için son 15 dakikada salona girenler vardı. Tiyatronun nazik müsamahasına karşı, seyirci fazla esnek!
*Çocuk oyunu diye henüz 1 yaşında olan bebeği kucağında oyun izleyen annenin, ışıklar karardığında ağlayan bebeğiyle çaresizliğine üzüldüm. 
*******
Tiyatro izleyicisi olabilmek, evde koltuğa uzanıp survivor izlemeye benzemez, benzememeli. Şık ve temiz giyinmeli. Geç kalınmamalı. Sahnede oyun sürerken salondan çıkılmamalı.
En çok üzüldüğüm ve sinirlendiğim ayrıntı ise maalesef yine cep telefonları. Bu kadar mı bağımlısınız? 2 saat ayrı kalamayacak kadar! Yemin ederim en çok o anlarda 90’lı yılların sadeliğini özlüyorum. 15 yaşından 65 yaşına kadar, sağımızda, solumuzda her yerde binlerce telefon bağımlısıyla yaşıyoruz. 
Günlerce çalışıp emeğini sergileyen, sahnedeki sanatçıya saygınız yok mu? Yanıp sönen telefon ışığının verdiği rahatsızlığı yaşamak zorunda mıyız?
*****
Direklerarası Seyirci Ödülleri töreninde ödül alan bir sanatçının çok güzel bir sözü vardı. Özür dileyerek itiraf ediyorum ismini unuttum ama cümlesi beni çok etkiledi. Ödülünü alırken dedi ki:
“Amacımız iyi ve kaliteli tiyatro seyircisi yetiştirmek.” 
****
Her oyun, seyircinin dünyasında açılan yeni bir penceredir. Gördükleri üzerine düşünmek iyi gelir, yargılarını kırar ve farkında olmasa bile eğitir. Bir an gelir, alkışladığı sanatçının sesinden anımsadığı ufak bir cümle mucizesi olur. 
Oldu, yaşadım biliyorum. 
Ne olur sanatı hayatınıza paldır küldür dahil etmeyin. Saygı ve disiplin vazgeçilmeziniz olsun.

​“Seni senin gibiler sevsin”

03-05-2017

Çok uzun zamandır tanışmak istediğim bir tiyatro oyun yazarı var: Özen Yula.
Yazımın başlığı ona ait. Ne kadar güzel değil mi?
“Seni senin gibiler sevsin”

Onun ismini ilk İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda 2002-2003 sezonunda sahnelenen ‘Kırmızı Yorgunları’ isimli, hikayesini yazdığı oyunu izlediğimde duymuştum. Geç bir fark ediş olduğunu biliyorum ve maalesef yıllar içinde telafi edemedim. 2001 yılında, Haldun Taner Öykü Ödülü'nü kazan ‘Arızalı Kalpler’ isimli öykü kitabının ilk baskısını okuduğumu hatırlıyorum ama sonrasında onun eserlerini okumayı ve izlemeyi ihmal ettim.

Bu ihmalkarlığımın pişmanlığı sürerken onun kelimelerine başka bir yerde kavuştum. Twitter hayatımıza girdiğinden beri, okumayı en sevdiğim tweetleri Özen Yula paylaşıyor. İşte sizin de gördüğünüz gibi 4 kelimeyle beni yakalıyor aniden. Telefonumun albümü onun yazılarının görselleriyle dolu. Öyle cümleler yazıyor ki dua gibi! 
Bugüne kadar okuduğum tüm kişisel gelişim kitaplarını bir cümlesiyle gereksiz kılıyor. Bir de cümlelerinin zamansız etkileri var. Zihnimde ve sıklıkla kalbimde beni zorlayan sorularım, onun sözleriyle cevap buluyor. Gece uyumadan önce tweetlerini okuduğumda,”Tam da aklımdan geçene derman olmuş” diyorum. Sabah uyanıp yine Twitter’da gezmeye sıra geldiğinde, onun kelimeleriyle güne güzel başlıyorum.
Sevgili’den beklenen sözler gibi yazıları, ruhuma, kalbime dokunuyor. En ihtiyaç duyduğum anda yetişiyor sesime sanki. Geçen gün instagramda bu yazımdaki sözünü paylaşırken de söyledim; Özen Yula artık benim sihirli şifacım.

'Dördüncü ay'

01-05-2017

Üçüncü sayfa haberlerinin hazin satırları vardır, içimizi yakan. Okur, üzülür ve unuturuz. Sonra biri daha ve yine biri daha...
Öfkelenmek ve hiç tanımadığımız birinin hayatı için gözyaşı dökmek yanlışı değiştirmez. Cinayetlerini kendince haklı bir sebebin sonucuna bağlayan katiller yanıbaşımızdadır belki. Otobüste yanımızda, hastanede sırada ya da yan sokakta...
Bilmediğimiz ne hikayeler var.
Masum bebekliğini sevdiği, saçlarını okşadığı kızına, kız kardeşine kıyabiliyor insanlıktan uzak canlılar. Hiçbir sebep, bir canlının yaşam hakkını yok etmek için geçerli olamaz. Öldürmemek için kendi koyduğu kurallara uymasını istemek de şiddetin başka bir rengi sadece. Bir başkasını kötülüklerden korumayı istemek, onun özgürlüğünü kısıtlamayı gerektirir mi? Ki bu kötülükleri kendi yargılarına göre şekillendiren cahil sürüsü, vizyonsuz, vasat zihinlerle savaşmak zordan öte imkansızlaşıyor.
Tüm bu acı gerçeklerin yaşandığı ülkemizde birer isimden ibaret kalan, hayatı elinden alınan kadınlar hatrına, en derinden gözyaşlarımın nedeni bir tiyatro oyunu izledim:
'Dördüncü Ay' 
Björn Boström'ün hikayesini yazdığı, çevirisini Şaziye Dağyapan'ın yaptığı oyunu, Konya Devlet Tiyatrosu'nda K.Alpay Aksum yönetiyor. Aksum aynı zamanda, Antalya Devlet Tiyatrosu'nu yeni müdürü biliyorsunuz. Antalya Devlet Tiyatrosu'nda sahnelenen, prömiyerini keyifle izlediğim 'Gökten Yağar Gibi'nin oyuncu kadrosundan bir sanatçı hastalandığı için, yerine Konya'dan 'Dördüncü Ay' geldi. Son zamanlarda izlediğim en vurucu sahnelere sahipti oyun. Dramaturjisini çevirmeninin yaptığı 'Dördüncü Ay' daha ilk sahnede seyirciyi etkilemeyi başardı. Hakan Özdemir'in ışık tasarımı müthişti. Hepimizi yakalayan repliklerin vuruculuğunu sağlayan müziklerde yine Gürkan Çakıcı'nın başarılı imzası vardı. Tevfik Karakoyak ve Ömer Köroğlu'nun hazırladığı sade dekorun ve Gözde Yavuz'un tasarladığı kostümlerin oyunun atmosferine uyumu, kesinlikle çok iyiydi. Yönetmen yardımcılığı görevini de üstlenen abi rolündeki Ferdi Dalkılıç tek kelimeyle altından kalkılması oldukça zor bir rolü başarıyla canlandırdı. Ruhsal durumundaki çalkantılar içinde değişimi, halden hale geçişleri çok çok iyiydi. Kızkardeşi canlandıran Esra Erdemir, naif ve narin duruşuyla gözyaşlarımızın sebebi, yitip giden tüm o güzel kadınların vücut bulmuş haliydi. 
Dilerim yeni sezonda Antalya sahnelerinde yeniden izleme imkanı bulurum. 
Bu arada 18 Mayıs'da Uluslararası Tiyatro Festivali Antalya Devlet Tiyatroları sahnesinde başlıyor, kaçırmamanızı öneriyorum.

​Tarif etmeden hissettirmek

29-04-2017

Çarşamba günü yazımda, iki sene önce kelimelerimin nasıl kaçtığını size anlatmıştım. Yazının girişinde, Hemingway’in bir sözünü paylaşmıştım. Onun sözü üzerine düşünürken, yazarı daha yakından tanımaya çalıştım. Çocukken okumuştum, ‘Çanlar Kimin için Çalıyor’ u. Kitabı okumayı bitirdiğim tarihlerde televizyonda bir film izliyordum, tamamen tesadüf, filmi izlemeye ortasından başlamıştım. İzledikçe sahneler tanıdık geldi. 1943 yapımı ‘Çanlar Kimin için Çalıyor’ un beyazperdeye uyarlanışını izlediğimi fark ettim. Filmin atmosferi, kitabı okurken tam hayalimde canlanan gibiydi. Bugün okuduğumda, Hemingway’in hayat öyküsündeki kedileri, aşkları, intihar denemeleri, yıllar sonra haklı çıktığı FBI tarafından takip edildiği korkusu… Her birinden ayrı eserler ortaya çıkması muhtemel halleri üzerine hissettiklerim, bir yazarın yazıdaki başarısının acısından mı doğduğu üzerine şekillendi.
Ve Hemingway yazar adaylarına karşı önerilerinde de daima cömert davranmıştır. En sevdiğim önerilerinden biri:
“Bir duyguyu tarif etmeyin, onu yaratın.”
İşte onun efsane olan, birkaç kelimeyle yarattığı duyguyu bilirsiniz. Hani 6 kelimelik öyküsü…
Bazı kaynaklarda ona ait olmadığı söylense de, uzun zamandır bildiğimiz bir anekdottur bu. Başka bir yazar ile aralarında geçen diyalogda, 10 kelimeyi geçmeyen, etkili bir hikaye ile yeteneğini ispatlamak durumundadır. Bunun üzerine sadece 6 kelimeyle, tıpkı önerisinde olduğu gibi duyguyu tarif etmez, o 6 kelimeyi duyan ya da okuyan için hissedileni yaratır.
Satılık: 
Bebek ayakkabıları. Hiç giyilmemiş.
Hemingway ‘den esinlenerek kısa cümlelerle büyük hisler yaratmak için benzeri çabaya giren herkes vasatın üstüne çıkamadı bana göre. Belki de beklentiyi dram öğeleriyle sınırlamak yanlıştır. Elbette, bu 6 kelimenin yaratığı hüzün diğer her hikayede aynı tondan yankılanamaz. Başkadır acılar ve yaşayana özeldir ama Hemingway’in yarattığı bu his tamamen evrensel, özgün ve yarıştırılamaz bir acının hikayesidir.

​Yemek de bir sanat olsa

28-04-2017

Bugünlerde kendimi yemeğe verdim desem… Pardon “Yemek üzerine çok fazla düşünmekteyim” desem daha doğru olur. Yemek yemeyi, beslenmekten daha fazla önemseyince olumsuz etkilerini yaşamaya başladım. Sadece abur cubur ve tatlılarla beslenince bedenim isyan etti. Bu kez aynada gördüğünden mutlu olmayan ruhum tekrar kısa mutluluklar için çikolatalara ve dondurmalara sığındı. Saçma bir kısır döngünün içinde debelenirken… Heyhat! 40lı yaşlar kapıda olabilir hadi 20lere geri dönelim dedim ve yemek yemeyi sanata dönüştürmeye niyetlendim. 
Öyle tasarım ya da süslemeler değil. Kendime daha zarif ve özenli davranmaya çalışıyorum. Sabah kahvaltısında, yediklerimle ve sporumla şekillenen bedenimi düşlüyorum önce, reçellerden, nutelladan ve tereyağından uzak kalmaya çalışarak. Canım yasak olanları isteyince bunun aslında açlık değil sadece kötü bir alışkanlık olduğunu biliyorum. Poğaçalar, börekler, simitler yerine bol bol su ve haşlanmış sebzelerle aşkımı besliyorum. Ben onlara aşığım, onlar da bana. Çantamda taşıdığım öğle yemeğime bir sanat eseri muamelesi yapıp her parçayı severek, hayranlıkla yiyorum. Deliriyor muyum? Yok canım, çekmecemde bekleyen bikinilerim için her şey ya da o dar siyah elbiseler. Bir de insanın alışkın olmadığı, daha geniş bir bedende yaşamaya çalışması gerçekten zor. 
Kendi bedenini beğenmemek öz güvene hasar verirken, ortaya çıkan mutsuzluk hayatın her alanına yansıyor. Eskiden, yediklerime dikkat ettiğim ve sporumu aksatmadığım dönemlerde, etrafımda göbeğiyle mutlu insanlar görünce öfkelenirdim. Göz zevkimi bozduklarını düşünürdüm. Çok serttim bu konuda. Sağlık sorunuyla değil de sırf keyif için yiyerek şişen insanları sevmezdim. Demek ki neymiş, yargıladığım durumları bir gün ben de yaşayabilirmişim, yaşadım da. 
Yemek de bir sanat olsa ve ona daha özenli davransak. Keyif için yediğimiz her şeyin güzel ve sağlıklı olmasına dikkat etsek, beslenmeyle ilgili sorunları yaşamazdık diye düşünüyorum. Mesela yıllardır süren yemek kültürüne ait olmazsa olmazlardan vazgeçsek. Her yemeğin yanına pilav ve makarna yerine, tabağı bir tuval gibi düşünüp üzerini her renkten buharda pişmiş sebzelerle süslesek. Şart mı her yemeği salça, soğan ve yağ üçlüsüyle pişirmek? Taze fasulyeyi sadece azıcık haşlayınca, onu yerken verdiği mutluluk bile bir başka. Yaz geliyor yine kızartma ve mangal kokuları yükselecek mutfaklardan. O güzelim, rengarenk sebzeleri kızgın yağda yakmak yerine, çiğ yesek. Kabak, biber… 
Benim tuhaf bir zaafım da var yiyeceklere karşı; ismini duysam ya da okusam o an yemezsem dünyam kararıyor. Biri bana “parmaklarım dolma gibi” dese, gözümün önüne zeytinyağlı yaprak sarmalar geliyor. Hatta o parmakları her düşündüğümde, oturup bir tencere yaprak sarma isteğiyle yanıp tutuşuyorum. Geçen kış, daha hafif olsun diye karnabaharları minicik minicik küçültüp, pirinç yerine kullanmıştım. Hafif ve zararsız, tavsiye ederim.
Rüyalarımda cipsler ve wafflelar arasında hüzünle uyanmaya çalışsam da, bir yerlerde kime ait olduğunu hatırlamadığım bir sözü anımsatıyorum kendime:
“Hiçbir yemeğin verdiği zevk, aynada kendini güzel bir elbiseyle gördüğün zaman, duyacağın haz kadar büyük değildir."

​Kelimeler kaçarsa…

26-04-2017

“Hayat hakkında yazabilmek için önce onu yaşaman gerek.”
Ernest Hemingway
Yazıp yazıp siliyorum, olmuyor. 
Hayal bu ve bende gücü sınırsız. 
Bir film sahnesi, okuduğum romandan bir cümle, bir şiir dizesi...
İlkbahar, gelincikler, papatyalar bir yer arıyorum harflerime de her yerdeler, her yerde!
Dönüp dolaşıp sesli, sessiz ama sonunda hepsinin kaçtığı o yer aynı. Bekliyorlar ben yazmadıkça, kırgın ve nazlı harflerim, pek bir sitemkar:
“Yazıp yazıp siliyorsun, hayal mi şimdi bu? Bak yine kaçıyorsun.” 
Kelimelerle konuşuyorum bugünlerde. Onların başka başka adları, tatları, sesleri var zihnimde ya da gönlümde. Zihin gönülden bağımsız kalamıyor aslında. Karman çorman ruh halim yazamadıkça. Ben ‘kelimeler’i çok sevdikçe her şey gibi, herkes gibi onlar da kaçıyor.
Sessiz sevsem, onlarla konuşmaya çalışmadan sevsem olmaz mı sanki?
Konuşmak yerine yazmayı severdi çocukluğum. Biten kitaplarına hüzünlenir, başa dönmek isterdi. Fakat tek bir hayali vardı: ‘Yazmak’…
Böyleymiş meğer, hayale sahip olmak körleştiriyormuş. Alışkanlık, ne sıkıcıymış. Ulaşamadığı aşkına kavuşanların, o güzelliği artık kanıksaması gibi. Oysa her bakışta ilk heyecanı anımsamak zor olmamalı. Bazen benim de her ilk kelimede kalbim çarpmaya başlıyor ama sonra…
Yok mutlaka başka bir sebebi olmalı bu kaçışların. Vefam mı az geliyor? Cümlelerin içinde, oldukları yeri mi sevmiyorlar? Ya da her neyse…
Duası kabul görmüş ve ‘yazmak’ baş tacı olmuş biri için zordur bu sessizlik. 
Ezcümle, dilediklerinizi unutmayın demek istedim sadece. Siz unutursanız, küsebilirler. Unutmayın ki, gerçekleştiklerinde hoş gelmiş olsunlar. 
Tanrı, günlerin sizi getirdiği anlardan birinde, kabul ettiği dualarınızı sunar bazen. İnanmak, mucizeyi yine görmek gibidir, hatta ne zaman tüm bu olanlar için dua ettiğinizi bile unutursunuz. 

***
İki sene önce yazmışım tüm bu endişeli satırları. Sorun yok, tüm kelimelerim aylardır benimle. Bir daha da gitmeyecekler. Kitaplarla, dostlarla, yeni heveslerle ve aşkla, tutkuyla çoğalacaklar. 
Demek ki neymiş: Yazabilmek için yaşamak gerekiyormuş. Sadece nefes almak yetmiyormuş.